Pazartesi, Ağustos 12, 2013

Küçük Ağaç'ın Eğitimi Üzerine

Doğa konusunda, canlılar ve canlılık konusunda en hassas insanlar belki de Kızılderililer. Ya da en azından ben hep öyle düşündüm. İnsanlara olan ilgim, insanlığa olan ilgim beni psikolojiye yöneltebilirdi. Canlıya ve canlılığa olan ilgim beni biyolojiye yöneltti. Bölümde geçirdiğim bir senenin sonunda da bu ilgi bilendi ve derinleşti. Doğa konusundaki, çevre konusundaki ve yaşamın, hiçbir canlının ve hatta bu canlıyı, canlılığı barındıran ortamın dışarıda bırakılamayacağı bir ağ olduğu konusunu herhalde kafamda bir yere oturttum. Herhangi bir canlının bir diğerinden daha önemli ve özel olmadığını zaten biliyordum ama bu süre içinde biraz olsun içselleitirdim de. Yani artık bunu bilmiyorum, bunu kavrıyorum ve hissediyorum.

Lisedeyken doğayla pek ilgili değildim. Herhangi bir bitki, ot, ağaç, çiçek dikkatimi çekmezdi. Kendi bulunduğum dünya, yaşadığım ev, oturduğum sıralar ve üzerine bastığım beton vardı sadece. Bir de sürekli ama sürekli kendimi yeterince ait hissedemediğim bir insan topluluğu. Evde ailem. Okulda, sınıf arkadaşlarım. Daha da uzak olduğum okul yöneticileri. Ve hayatım bundan ibaretti, birileriyle çatışmaktan, birilerine kendimi anlatmaya çalışıp anlatamamaktan ve kendimle çatışmaktan. O zaman benim için "insan" vardı bir de "insanın diğer insanla kurduğu iletişim." Hayatımı bunun üzerine kurabilirdim ama bunu yapmadım. Çünkü biliyordum ki bu beni tüketecekti. Yani bir saati defalarca parçalasanız, birleştirseniz ve her bir parçasını anlasanız bile, bir saat dişlisi değilseniz bir saat dişlisi değilsinizdir. Ben de toplumu her bir bireye bölsem ve her bir bireyi incelesem, sonra her bir bireyi bir araya getirerek toplumu incelesem de bu inceleyişler benim ait hissetmeme neden olmayabilirdi. Ben de ait hissetmeye çalışmaktan ve tüm bir hayatı ait hissetmeye çalışmaya adamaktansa enerjimi başka bir alana yönlendirmeye karar verdim. Merakımı tatmin etmeye. Sadece bunun için okumak ve çalışmak bana uygun göründü. Merakımı gidermek için yaşamak, onun için çalışmak ve öğrenmek. Ve öğrenmeye en istekli olduğum da canlıydı.

Ama bölümde bir sene geçirdikten sonra, ve belki bunda girdiğim derslerden çok seneyi çimlerde yatarak geçirmemin belki de Mert ve Burcu ile yaptığımız sohbetlerin etkisi vardı, artık sadece canlılık değil, canlı da değil, bunları besleyen kaynaklar, yaşadıkları ortam, bütünüyle doğa benim için anlaşılması gereken bir şey oldu. Tabii şu an bunları büyük bir gazagelmişlik ile de yazıyor olabilirim ama bir süredir hissettiğim gerçekten bu.

Her canlının, bu doğal döngüde bir yeri olduğunu, bunun dışında, insana yarar sağlayan veya sağlamayan diye ayırt etmeksizin her canlının yaşamaya hakkı olduğunu tam anlamıyla idrak ettikten sonra bunu yıllar öncesinde anlamış, özümsemiş ve yaşamış bir topluluk hakkında okumayı, o dünyaya bakmayı çok istiyordum zaten.

Evine gittiğinde Mert çantasına benim için de bir kitap atmış. Küçük Ağaç'ın Eğitimi. Tabii o meselenin bu kadar derinini bilmiyor sadece bunun okumak istediğim bir kitap olduğunu biliyordu. Ben de o esnada başka bir kitap okuduğum için yaz tatiline sarktı. Kitabı ancak şimdi okuyabildim.

Öncelikle Küçük Ağaç'ın Eğitimi otobiyografik bir roman. Anlatılanlar belki biraz yontulmuş, törpülenmiş, daha estetik bir hale getirilmiştir ama önemli olan bunların yaşanmış olması. Daha da önemli olan, beyaz adamın gelmiş, silah zoru ile barışçıl ve bilge insanların topraklarını zaptetmiş olması. Okuduğumuz da işte bunun Küçük Ağaç'ın dünyasına yansıması.

Küçük Ağaç, Forrest Carter aslında. Küçükken annesini ve babasını kaybetmiş. Ve büyükannesi ve büyükbabası ile yaşamaya karar vermiş. Bu insanlar köpekleri ile birlikte, minik bir evde, kasabadan uzakta yaşıyorlar. Kendi mısırlarını yetiştiriyor ve bundan viski yaparak geçiniyorlar. Küçük Ağaç'ın yaşadığı ortam çok güzel. Dağlar, doğa, hayvanlar ve iki bilge insan... Herhalde bundan daha güzel bir çocukluk düşünülemez.

Pişirdikleri geyik etini yiyorlar. Ve hayvan derilerinden kıyafet ve ayakkabı yapıyor büyükanne, düşünebiliyor musunuz? Kendi sebzelerini yetiştiriyorlar. Doğayla ve birbirleriyle uyum içindeler. Büyükanne ve büyükbaba o kadar bilinçli ki aslında, Küçük Ağaç'a küçük yaşlarda kelimeler öğretiyorlar, matematik ile uğraşmasını sağlıyorlar hafif hafif ve ona okumayı öğretmeye çabalıyorlar. Bunlar elbette ki önemli ama daha önemli bir şey var. Her gün, her an Küçük Ağaç'a bir birey olduğunu hissettiriyorlar. Ona kuru öğütler vermek yerine yaşayarak öğrenmesini sağlıyorlar. Kendileriyle çalışmasına izin veriyorlar ve bunun karşılığında ona para ödüyorlar. Ona doğanın dilinden nasıl anlayacağını göstermeye çalışıyorlar. Ve ona geçmişini anlatıyorlar. Atalarının nasıl yaşadığını ve nasıl topraklarından ayrılmaya zorlandıklarını.

Daha sonra kanun yakalarına yapışıyor. Onları topraklarından ayıran, kabilelerini yok eden, bilmedikleri ve benimseyemedikleri bir yaşama zorlayan beyaz adam, şimdi de kendi kanunları ile torunlarını ellerinden almaya karar veriyor. Kendi müthiş değer yargıları ile bu iki ihtiyarın bu çocuğa gerektiği gibi bakamayacağına karar veriyor ve Küçük Ağaç'ı bir yetiştirme yurduna gönderiyorlar.

Elbette ki Küçük Ağaç burada mutsuz oluyor. Özellikle yetişkinler tarafından farklı olduğu defalarca kez hissettiriliyor ona. Beyaz adamın kanunlarına göre anne ve babası evlenmemiş olduğu için (!) Küçük Ağaç'ın sonsuza dek cehennemde olacağını çünkü bir günah sonucu doğduğunu söylüyorlar. Zaten, insan düşünmeden edemiyor bu ülkenin dünyada var oluş amacı diğer insanlara acı çektirmek mi diye.

Bu barışçıl ve bilge ve saygılı insanların bu şekilde yaftalanmış olmasını bir türlü sindiremiyorum. Evet, kitapta da dediği gibi, bir bayrak yüzünden kendinde başka insanları topraklarından gönderme hakkı bulan insanların tüm bunlar yetmiyormuş gibi kendi yasalarına, kendi dinine dayanarak bu insanları sorgulamasını anlayamıyorum. Bunun küçücük bir çocuğun karşısına kocaman bir adam kılığında, sırtta şaklayan kırbaç darbeleriyle dikilmesini anlayamıyorum.

Hani projemiz de vardı ya, "Ötekinin Sesi" diye kendimizi paralıyorduk. İşte bu kitap da ötekinin sesini duymak, hatta aslında öteki çocuğun sesini duymak, ötekine bir de onun penceresinden bakmak için birebir.

Kitap filme de uyarlanmış aynı (The Education of Little Tree) isimle. Belki bir ara izlerim filmi. Kendimi dilediğim gibi ifade edemedim esasında, yazıyı daha fazla uzatmayayım.

Son olarak, Say Yayınları'ndan kitap okumamıştım daha önce. Kitabın başında yazarın yaşamı ile ilgili iki sayfa var, sonunda da kitap hakkında yazılıp çizilenler. Kitaba bunların eklenmesinden hoşlandım. Bütün yayınevlerini bunu yapmaya davet ediyorum, hüloooğğğ!

Bir de başlamışken yazarın diğer kitaplarını da okumak istiyorum ama şu aralar kitap alamıyorum. O yüzden takas yolunu deneyeceğim. Sanırım söyleyeceklerim bu kadar. Küçük Ağaç'ı okuyalım, okutalım. Bir de Kızılderilileri sevelim *.*

8/10

4 yorum:

  1. o diil de cessie bu aralar edip cansever okuyormuş. heyecanlandım bak:)

    YanıtlaSil
    Yanıtlar
    1. 33 gündür okuyorum, gelecek yaza ancak bitecek herhalde :D

      Sil
    2. ben de zaten hiç bitirmedim ki:)) hala açar okurum sıklıkla. belki de böylesi daha iyi.

      Sil