Pazar, Mart 25, 2018

neler okudum

Tatmin edici bir yazı olmayacak çünkü zaten okuduklarımın bir kısmından hiçbir şey anlamadım, yazasım da yok ama çok birikmesin, kendime de not düşmüş olayım diye yazmaya çalışacağım. Hanım Ana'nın Cenaze Töreni çalınmıştı geçtiğimiz yaz kampta iken. Sonradan tekrar aldım, ancak okuyabildim. Karıştırmıyorsam (emin değilim) Marquez'in erken dönem öyküleri imiş. Yine birbirine selam veren öyküler var içinde, keyifli ama okuduğum öteki kitapları kadar keyif almadım maalesef. Yine de daha bu bitmeden Şer Saati'ni alıverdim. Bu yola baş koydum arkadaşlar, külliyatını okuyacağım bu adamın. Şer Saati'nden sonra sırada Yüz Yıllık Yalnızlık var, hususi bekletiyorum kitabı, o bitmeden ötekini almaya kalkacağım aşikar çünkü.

Bununla eşzamanlı olarak Haydar Ergülen'in 40 Şiir ve Bir'ini okudum. 97 yılında Behçet Necatigil Şiir Ödülü'nü ve Cahit Külebi Şiir Ödülü'nü, 98'de Akdeniz Altın Portakal Şiir Ödülü'nü almış. Daha önce hiç Haydar Ergülen okumamıştım ama benim şiirden anlamazlığımdan olsa gerek, ne yalan söyleyeyim hiç sevmedim bu kitabı. O yüzden elimde süründü, süründü, süründü ve asla bitmedi. Ama üzerine onca yazılıp çizilmiş, çeşitli ödüller filan söz konusu, isterseniz siz bir bakabilirsiniz. Sonuçta tüm bu insanlar yanılıyor olamazlar diye düşünüyorum.

Yine tüm bunlarla eş zamanlı olarak Zygmunt Bauman'ın Akışkan Modern Dünyadan 44 Mektup adlı kitabını okudum. La Repubblica delle Donne dergisi editörleri Bauman'dan iki haftada bir okurlar için bu mektupları yazmasını söylemişler. 2008 ve 2009 yıllarında yazılan bu mektupların gözden geçirilmiş ve genişletilmiş halleri kitapta yer alıyormuş. Bauman bu mektuplarda modern insanın kalabalıklar içindeki yalnızlığından tutun, işsizlik sorununa, modaya, mahremiyetin şu anki şeffaflığına, gözden kayboluşuna, tüketime, tüketiciliğe, gençliğin şu anki durumuna, özgürlük kavramının günümüzde nasıl algılandığına, sosyal medyaya, politikaya, sağlık sektörüne, ekonomik krize, küreselleşmenin kent kültürü üzerindeki etkilerine, akla gelebilecek gelemeyecek pek çok konuya değinmiş. Buna muhakkak bakın, bunlar kısa mektuplar oldukları için okunmaları çok kolay. Zaten Bauman'ın da anlaşılır ve yalın bir üslubu var, çok keyif alacağınızdan eminim. Aklı başı yerinde olan kimsenin şaşıracağını sanmıyorum ama zaten bildiğimiz, sezdiğimiz şeyleri güzelce derleyip toparlayıp anlatmış Bauman. Dediğim gibi buna muhakkak bakın.

Valla ne yalan söyleyeyim, Barış Bıçakçı'ya da aşık oldum. Geçenlerde kitapçıya gitmiştik Ebru ile, alıverdim. Güya kitap almayacaktım da elimdekileri okuyacaktım teheeey. Bekletemedim de, hemencecik okudum. Nasılsa canlı, daha yazar bir şeyler diye düşünüyorum ahahah. Barış Bıçakçı'yı tüketme konusunda bir kaygı yaşamıyorum. Baharda Yine Geliriz bir öykü kitabı imiş, alırken roman sanmıştım. Gerçekten hoşlanmıyorum öykü okumaktan, bileydim almazdım ama iyi ki bilememişim de almışım. Barış Bıçakçı'nın kitapta toplanmış kısacık öykülerinde bir yandan yaşamın sıradanlığı var, bir yandan da bu sıradanlıkla iç içe geçmiş, bu sıradanlık içinde erimiş ince bir hüzün var. Kısacık öyküler kendisini kolayca okutuyor ve birkaç saat içinde kitap bitivermiş oluyor. Barış Bıçakçı'ya muhakkak bakın, ben bayıldım.

Ezgiler Ezgisi'ni dün aldım, bu sabah akşamdan kalma bir vaziyette bir çırpıda okudum, sonra da uyudum. Eski Antlaşma (Ahd-i Atik) metinleri arasındaki 117 ayetlik "aşk dizeleri" diyeceğim. Önsözü Kutsal Kitap'a Sevda Karışırsa başlığı ile yayınlamışlar, pek haklı, pek güzel. Dizeler / ayetler hakkında pek çok tartışma var, bunların bir sevgiliye mi, peygambere mi, yaratıcıya mı yazılmış olduğuna dair sayfalarca yazı yazılmış. Önsözde de dediği gibi gerek yok, bence yazılanların bir sevgiliye yazılmış olduğu apaçık ve her şeyin ötesinde, kime yazıldığı önemli olmaksızın bu güzel dizeler var elimizin altında:
işte güzelsin sevgilim güzelsin işte
gözlerin iki güvercin

Bahsedeceğim son kitap Tunç Bey. Ölen bir babanın hatırasını yaşatmak adına yapılabilecek en güzel şey böyle bir kitap yazmak olurdu herhalde. Söyleyebileceğim her şey aslında arka kapakta söylenmiş ama deneyeyim. 

"Tunç güzel bir ad, öyle değil mi?" diye başlıyor kitap. Sonra saymaya başlıyoruz, bir, iki, üç, dört. Tunç Bey oğlunun eline dört kez vurdu. 1. ilk vuruş, bir anı, ikinci vuruş aynı anı, üçüncü vuruş aynı anı, dördüncü vuruş aynı anı. Tekrar bir, bir başka anı, iki, üç, dört. Böylece biz de yazarla ve Tunç Bey'le vuruşları saya saya ilerliyoruz metinde. Her bir vuruşta Tunç Bey'i tanımaya bir adım daha yaklaşıyoruz. Metin sonsuzca kendini tekrar ediyor ama bu tekrarlardan hiç sıkılmıyoruz. Kafaya takılıp kalan bir düşünce gibi, dilimize dolanan şarkı gibi, sonsuzca tekrarlanan her şey gibi... Ben bayıldım bu kısa metne, Orçun Türkay'ın öteki kitaplarına da muhakkak bakarım. Siz de Tunç Bey'e bir şans verebilirsiniz, zaten bu da ötekiler gibi kısacık bir kitap.