Cumartesi, Mayıs 27, 2017

bi takım filmler izledim

Bahsetmiştim fi tarihinde ikincisini de izlerim diye. İzledim. Hikâyeye nereden devam ediyorduk hatırlamıyorum, iki film zihnimde birleşti tek bir bütün halinde var oluyor. Ama şeyi hatırlıyorum, ablanın seks bağımlılığı ile mücadele ettiğini, çocuk yaptığını, çocuğunu terk ettiğini ve çeşitli vesaireleri. Çok fazla şu oldu bu bitti şeklinde anlatmaya da niyetim yok.

Genel olarak film çok durağan oluşu nedeniyle güzel. Kadınla ihtiyarın birbiri ile yarattığı kontrast güzel. İhtiyarın, kadının seksüel güdülerini (kendisi bunlara sahip olmadığından veya olduğunu fark etmediğinden) gündelik bir sürü ıbık zıbık olaya bağlaması güzel. Bunların hepsi çok güzel.

Lars Von Trier'in bizi güzel bir dostluğun başladığına inandırması ve son dakikada bu dostluğun da götümüzde patlaması güzel değil ahahah. Filmin doğal akışı içerisinde minik bir sürpriz gibi dursa da çok öngörülebilir ve klişe bence. 2013 yapımı, yönetmen Lars Von Trier, IMDB puanı da 6.7

Bundan hemen sonra yine aynı yönetmenin Dancer In The Dark'ını izledim. Zaten hayatım boyunca 3 müzikal falan izlemişimdir arkadaşlar, onların da hepsi son derece neşeli idi. O yüzden "müzikaller neşeli olmalı" gibi bir algım var ahahah. Bu bolca dram barındırıyordu.

Kalıtsal bir hastalık nedeni ile gözleri giderek körleşmekte olan bir annenin dramını seyrediyoruz. Ufak bir oğlu var, ufak dediğim ilkokul çağında falan. Onu tedavi ettirebilmek için gece gündüz çalışıp para biriktiriyor. Kadın (ismini unuttum, Bjork'ün canlandırdığı karakter yani) inanılmaz saf, neredeyse aptallık derecesinde saf ve iyi niyetli bir müzik tutkunu. Hayatının her anını bir müzikale dönüştürebilecek bir hayal gücü var, onun hayallerinin gerçek dünya ile yarattığı kontrast ve o geçişler bence çok keyifli ama müzikal sevmeyen insanların hoşlanmayabileceğini de düşünüyorum, ne alaka ne oluyoruz şimdi anasını satayım diye. Yine de o kadar keskin çizgiler yok, filmin içinde göze batmıyor, öyle ön yargılara kapılmadan izleyin, çok seversiniz. Bence.

Kameranın sallanıp durması, sahnenin bir kımıldaşıp bir düzelmesi falan çok iyi bir detay bence çünkü "görememe" hadisesini "göstererek" nasıl anlatacaksın? Aha da böyle anlatılabilirmiş.

Gözümün yaşı burnumun sümüğüne karışarak izledim, eve gelince Cansu'ya söyledim o da gözünün yaşı burnunun sümüğüne karışarak izledi.

2000 yapımı, dediğim gibi yönetmen yine Lars Von Trier, IMDB puanı 8.1. Bu da şarkı:
Geçenlerde Martina ile mitoloji hakkında konuşuyorduk, Pasolini'nin Medea'sını önerdi. Birkaç gün önce onu izledim. Geçen yıl izleyici etiği dersinde tartışacağımız için Porcile'i izlemiştik, altını çizerek söylüyorum, HİÇBİR BOK ANLAMAMIŞTIM. Sonra da bir daha izlememiştim Pasolini masolini. Bunu anladım şükürler olsun ki.

Medea ile şimdi ismini hatırlamadığım bilmem ne prensi arasındaki ihtiraslı, çekişmeli, kanlı, göz yaşılı aşk anlatılıyor. Medea büyülü güçlerle donatılmış müthiş acımasız bir kadın. Bahsettiğimiz prens de tahtına geri kavuşmak için ülkesine altın bir oğlak mı postuydu, koç mu, altın postu götürmesi gereken bir sümsük oğlan ahahah. Post vesilesi ile Medea ile yolları kesişiyor. Aşık oluyorlar, Medea oğlanın aşkı uğruna kendi topraklarını terk ediyor ve onunla birlikte gidiyor. Prens daha sonra kralın kızı ile evlenmeye karar verince ortalık karışıyor.

Eğer Ender'le iletişebiliyor olsa idik "İZLE BUNU BENCE KESİN SEVERSİN İZLE, İZLE" diye başının etini yerdim. Eski bir uygarlık, işte "vahşi" insanın ritüelleri, törenleri, bilmem neleri ancak bu kadar gerçekçi, bu kadar inandırıcı, bu kadar güzel ve doğal anlatılabilir. Aklımda en net kalan sahneler o kurban vermeli, ayı güneşi kovalamalı sahneler, fondaki zambır zumbur müzikle birlikte MUAZZAM. Şimdi olsa dayarlar görsel efekti, "Voaa adamlar ne yapmış" diyerek izleriz ama işin doğasına da sıçmış olurlar çünkü doğada yok aslında öyle bir şey... Ne yıldırım efekti var, ne kafamızdan ışık çıkıyor. Onlar özünde olduğu gibi yansıtılınca, ama olması gerektiği gibi de yansıtılınca, olması hayal edilen gibi yansıtılana kıyasla çok daha keyif verici ve başarılı oluyor bence.

Hikâye çok klişe ama film çok büyülü, bu gerçekçilik ve doğallık sebebiyle olmalı. 1969 yapımı, yönetmen Pier Paolo Pasolini, IMDB puanı 7.1.

Filimadamı'nda bir oğlan yazmış, diyor ki Nymphomaniac hakkında ne düşünüyorsun fkdsjlfds. Sen koca filmi izle, filmin sonunu asla hatırlama ama git iki zencinin hangimiz nereye neyimizi soksak tartışmasını hatırla ondan sonra bana bunun üzerinden "iktidar çatışması" diye yeryüzünün en klişe çıkarımını yap, ondan sonra fkjsdjkfds of sohbet etme yetisinden yoksun erkekler her yerde...

Üç de kitap okudum onları anlatabilir miyim bilmiyorum. Bir iki şey yazayım diye başlamıştım içimde hiç heves olmadığını fark ettim, ittiriyorum kendimi. PKD'ninkini anlatmam da öteki ikisinden küçücük bahsedeyim ahaha onları yalan etsek de bir şey olmaz.

İlki Allah Senden Razı Olsun Bay Rosewater. Ebru çeviriyi tasvip etmedi ama Vonnegut'un tarzı ve kitabın içeriği de düşünülürse, bence başlık gayet iyi. Ama mütercim tercüman olan o, ben değilim o yüzden çok ukalalık yapamayacağım bu konuda.

Şu ana dek okuduğum en en en eğlenceli Kurt Vonnegut kitabı hiç tartışmasız bu arkadaşlar. Okurken kahkaha attığımı falan hatırlıyorum. Az dram, bol mizah var bu kez. Ama ben öteki türlüsünü daha çok seviyorum galiba ahahah.

Para üzerinden, kapitalizm üzerinden hatta sosyalizm üzerinden de ilerleyen keyifli bir taşlama. HEPİMİZ APTALIZ, ONU KABUL EDİYORUZ AMA SEN NE İSTİYORSUN BU DÜNYADAN EY VONNEGUT?

Biliyoruz aslında adamın ne istediğini, bırakın bu boş beleş işleri, gelin kardeş kardeş yaşayalım modunda, ben de çok katılıyorum. Paranın hiç gerekli olmayışı meselesinde çok katılıyorum. Para dediğimiz şey takası kolaylaştırmak adına ortaya çıkarılmış bir sembol olmalı geçmişte, öyle tahmin ediyorum. Ne oldu da hepimizin tanrısı haline geldi hiçbir fikrim yok. Her ne ise, paraya güzelleme, parayı taşlama. Her şey bir arada piyuu, buna bakabilirsiniz.

Okuduğum diğer kitap -nihayet- Otomatik Portakal. Bunun filmini lisedeyken izlemiştim herhalde, Kubrick'e şapka çıkarıyorum. Hayatımda izlediğim en iyi uyarlama olabilirmiş (zaten 5 tane falan izlemişimdir ahahaha). Kitapta karakterler karalar içinde tasvir edilirken beyaz pantolonlar, beyaz gömlekler giydirmesi falan da muazzam çünkü Kubrick'inki daha çarpıcı, siyahlar içindeyken o kadar cool değiller.

Şu kitap hakkında kaç tane yorum okudum bilmiyorum, hepsi "iyinin veya kötünün seçimi" diye başlıyor. Bu ne anlatıyor allaşkına Cessie deseniz, inanılmaz sık tekrarlanan, inanılmaz klişe, inanılmaz ağzımıza sakız ettiğimiz o muhteşem, o nadide, o sevimli cümleyi paylaşırım arkadaşlar: Dil yozlaşırsa toplum yozlaşır.

Gerçi hiç araştırmadım ama araştırmaya da çok gerek görmüyorum o kadar ince bir şekilde ama o kadar net yansıtmış ki, temel mevzu belki gerçekten bu "özgür seçimler" meselesidir ama teraziye koyunca bu önerme de bir o kadar ağır, neredeyse eşitler. Sayfalar boyunca dinliyoruz Alex'i, yıllar içerisinde tüm hayatı değişiyor, yıllar sonra arkadaşları ile karşılaşıyor, bir bakıyoruz dil değişmiş, karakter değişmiş. Şu kitaptan da şu yan temayı damıtamıyorsanız bana "cinsiyetçi küfür etme" ahlakçılığı yapmayın, sinirlendim djshjjkdf.

Onun dışında evet, haklılar, hakikaten güzel bir özgür irade, özgür seçim tartışması var. Mümkün mü böyle bir şey hiçbir fikrim yok fakat üzerine konuşmaktan ben de geri kalmayacağım tabii. Filmi izlediğimde replik beynime kazınmıştı, aynen, "İyilik içten gelir, iyilik seçimdir. İnsan seçemezse, insanlıktan çıkar." Hikayeyi anlatmadan ilerleyeceğim açın okuyun ya da izleyin.

Alex'in bizzat kendi yakınmalarına da tanık oluyoruz, diyor ki "birey olmanın koşuludur kötülük." Alex şiddet ve öfke dolu bir genç, şüphesiz korkunç bir yaşam algısı var, yaptıkları da korkunç ama o da böyle birisi. Hapsedilebilir, engellenebilir -imkan dahilinde ise- ama özü değiştirilemez. Öz değişmez çünkü. Tüm o tedaviye medaviye rağmen masum bir kurnazlık kisvesi altında özüne dönmenin bir yolunu buluyor Alex. Sonra da büyüyor. Duruluyor. İlaçlara, müdahaleye, algı yönetimine falan gerek yok, kendi deneyimleri yeterli oluyor. Çektiği tüm acıdan sonra "Hepsinin ağzına sıçacağım amk" diye vahşet dolu bir plan hazırlamaya kalkmıyor "Ulan aşık olmak istiyorum ben" diyor yürüyor gidiyor.

Bir keresinde Ender'le konuşmuştuk, otostop vesilesiyle bir abiyle tanışmış, küçük bir oğlu varmış, çok içine kapanıkmış, biraz da değişikmiş, anlaşamıyormuş öteki çocuklarla. "Ayarlasak da bir görsek tanışsak mı Cessie çocukla?" demişti, yalan oldu tabii. Onun üzerinden konuşmuştuk. "Yardım edilebilirse edelim tabi" demiştim. "Ya edilemezse, ya çocuk kötü olmak istiyorsa?" dedi, "O zaman kötü olur." dedim. Dönüp dolaşıp benim götümde de patlayabilir bu "kötülük" senin götünde de ama doğal varoluşa müdahale edemezsin, yaşamın ritmine, yaşamın süreç içinde ürettiklerine, öze sen kim oluyorsun da müdahale ediyorsun anasını satayım? Müdahale ediyorsun ondan sonra nüfus patlıyor, kaynaklar tükeniyor, küresel ısınıyoruz aman. Güzel teknoloji yaptınız elinize sağlık. Kötülüğü olumlamıyorum tabii ama kabullenmek gerekir ki birileri de kötü olacaktır.

Her ne ise, dönüyorum kitaba. Yine sayfalar boyunca toplumsal ikiyüzlülüğün çok temiz bir tasvirine tanık oluyoruz. Affetmeyi bilmeyen, affetmek üzerine hiç düşünmemiş kodamanlar, yani aslında baştan aşağıya kötü olan, salt bu kötülükle toplumu yöneten ve "iyi-kötü" kavramları üzerine asla düşünmemiş bu tipler bir "ideal iyi" kurguluyorlar ve buna hizmet eden insanlar yaratmaya çalışıyorlar. Aslında temelde amaçlanan "iyiliğin yaygınlaştırılması" değil "toplumsal düzenin rahat sağlanması" adına "toplumun kötüden temizlenmesi." Yani amaçlanan vahşi kurtların da kendisini kuzu zannetmesi veya kuzu gibi davranmak zorunda bırakılması, bunun da kurdun otokontrol mekanizması ile oynanarak yapılması.

Kurt kuzuya dönüştürülemez ama. Etçil etçildir. Eylemleri üzerinde hakimiyet kurulabiliyor olsa da düşünceleri üzerinde hakimiyet kurulamaz. Kitapta yine dil üzerinden bir miktar başarılıyor bu da, çünkü ya sözcüklerle ya görüntülerle düşünebiliyoruz. Görüntüleri ve sözcükleri ele geçir, düşünceyi ele geçiriyorsun. İşte bu yüzden medya önemli ve etkili, hatta bazen deneyimden bile daha etkili tekrarlanan sözcükler ve görüntüler.

Alex'in "özgürlüğü" savunulurken, Alex'in "özgürlüğünün bu şekilde savunulmasını istemeyişinin" görmezden gelinişi var mesela. Aha da size bir ikiyüzlülük örneği daha. Yazar'ın Alex'i tanımadan evvel onun "kötü olma hakkını" savunurken, bu kötülüğün kendisine yöneltildiği fikri karşısında Alex'i öldürmek isteyişi var. Bu da entelektüelin iki yüzlülüğü. Var bizde de ikiyüzlü entelektüeller.

Kitap çok önemli, bizzat bunları yaşıyor olduğumuzdan. Alex gibi çocuklar tanıyoruz, madde tüketimi, gerçekliğin yaratımıyla ilgili kabızlık, kabızlığı giderememe o yüzden boyut değiştirmeye çalışma, kendini şiddet yoluyla ifade etme, kendini bir topluluk üzerinden tanımlamaya çalışma, bu esnada kendine, kendi küçük topluluğuna ve tüm topluma isteyerek veya istemeyerek zarar verme, bu esnada sanatı da kurban etme hadisesi çoğumuzda az ya da çok söz konusu. Sanatın bir kolunu ilahlaştırırken öteki kolunu hiç fırsat vermeden baltalama / küçümseme, anlamaya dahi çalışmama, bir kişisel zevk faşizmi, öteki olanın anlaşılmadan dışlanması falan, bizatihi bende var bu, izninizle hepimizde var diyeceğim. Çünkü bende varsa hepimizde vardır bence dkjıkf öyle ulvi bir insanım.

Zaten insan sembolik düşüneceğim der ise nerelerden neler çıkarıyor, yazar ne düşünerek yazmış hiç araştırmıyorum. Sonuçta sanat benim içindir, istediğimi çıkarırım. Bunları çıkardım ahahah.

Kitap karakterlerine playlist projemin ilk kurbanı Deniz Benim Kardeşim'deki Wes oldu arkadaşlar. Buraya yerleştirecektim playlisti ama nasıl yapılıyor çözemedim. O yüzden link bırakıyorum. Bunda biraz jazz, biraz funk, azıcık da soul var herhalde, türlere çok hakim değilim. Bence bakın ve yorumda bulunun ahaha.

O kadar Alex'ten bahsettik, 9. Senfoni'yi de bırakayım.


Hiç yorum yok:

Yorum Gönder