Cuma, Ocak 18, 2013

Bir İntihar Efsanesi Üzerine


Ebru ile kitapçıda dolaşırken karşılaştım ilk kez David Vann ile. Rafları karıştırırken "Caribou Adası" nı görünce zıplayarak "Benim blogum bu be!" demiştim. Açtığım ilk blogun adı, Pixies'in şarkısından esinlenerek koymuştum, Caribou'ydu zira. Böylece kitabı uzun bir süre elimde evirip çevirmiş ve en sonunda bütçemin ona 24 lira vermeye müsade etmeyeceğine karar vermiştim.

Geçenlerde bir kez daha karşıma çıkınca, "Tanrı bana oku bu yazarı diyor." dedim ve Bir İntihar Efsanesi'ni aldım. Her zamanki gibi Tanrı bana kıçıyla gülüyormuş meğersem...

Daha kitabı incelerken alacağımı anlamış ve "Ebru, ben neden hep kasvetli kitaplar okuyorum?" diye söylenmiştim. Elbette intihar öyküleriyle dolu bir kitabın yüzümde güller açtıracağını düşünmüyorum. Ama tam kimya finali öncesi beynimi dağıtacağını da hiç düşünmemiştim...

Ders arasında okuyayım derken kapıldım gittim kitaba. Kitaptaki en uzun öykü olan "Sukkwan Adası" aynı zamanda beni en çok etkileyen, en derinden etkileyen öykü de oldu. Bir an kitabı kapatıp okumaya devam edemeyeceğimi düşündüm. Zaman zaman durup, çok ufak bir şeye, mesela yaşlı bir adamın tökezlemesine takılırım. Bu beni öyle incitir ki bıraksalar, zaman ve mekan uygun olsa saatlerce ağlayabilirim. Bunun neden böyle olduğunu da bir türlü anlayamam... Bu kez de bir çukur başında telaşla zıplayıp kafasına vuran, kendisini öldüren oğlunu o çukurdan çıkarmaya çalışan, hafiften sıyırmış bir adamın gözümde canlanması, ama kelimenin tam anlamıyla hayat bulması, ete kemiğe bürünmesi dün gece için bana fazlaydı belki... Bir de bu ete kemiğe bürünen adamın kolay kolay yok olmayacağını ve unutulmayacağını bilmek...

Az önce yazarı araştırırken de öğrendim ki, babası eski eşiyle konuştuktan sonra kendisini öldürüyor ve yazar bu travmayı uzun bir süre atlatamıyor. Bu olaydan sonra uyuyamama hastalığına yakalanıyor ve yıllar boyunca intihar etme korkusuyla yaşıyor... Hatırlıyorum da dün gece kitabı okurken kendime sormuştum, "Tüm bunları düşündükten, kurguladıktan sonra nasıl devam edebiliyor yaşamına?" Sonra da cevap vermiştim "Ben nasıl devam edeceksem öyle." 

Röportaj burada. Hem kitabı, hem de röportajı okursanız yazarı daha yakından tanıma fırsatınız oluyor. Öyle ki ben yazarın yaşamına dair birkaç bilgi kırıntısına eriştikten sonra bahsi geçen öykünün onun gerçek öyküsünü yansıtıp yansıtmadığını sorgulamıştım. Gerçekten de böyleymiş, anlamış olduk. Belki de yaşamının bir döneminde, yazdıklarını yaşamış olmayı diledi. Kendi ölümüyle babasını yaşatmayı. Ama bunun mümkün olamayacağını kavradı ve onu öldürdü.

Röportaj yazarı daha yakından tanımanıza olanak sağlayabilir dedim, ama onu tanımak ister misiniz? Ben her şeyi tüm açıklığıyla, bu kadar gerçek, bu kadar insafsızca anlatan bu adamdan büyük ölçüde nefret ettim. Ama kendimi onu tanımak zorunda da hissettim.

Ne söylemem gerektiğini bilemiyorum. Kitabı tavsiye etmeli miyim? Birinin travmasının atıklarını okumak ve onun yükünü paylaşmak -ki belki kendisi bundan kurtulmuş veya kurtulmaya başlamışken- elini altına sokabileceğiniz türde bir taş mı? Ve ben kitabı ani bir karar sonucu almamış olsam bunu seçer miydim?

Bilmiyorum.
Sadece, bu kitabı hiç kimseye ödünç vermeyeceğimi biliyorum, üzerinde daha fazla konuşmayacağımı ve muhtemelen tekrar okumayacağımı.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder