|-bir bakıma-Esmer ve Daha Esmer Olanlar Üzerine |
Kitap, Engin Cezzar'ın şu sözleri ile başlıyor;Geç mi güç mü bilmiyorum ama bu kitabın yayın tarihi Jimmy'nin 20. ölüm yıldönümüne denk geldi.Sanırım mektupların yayınlanmasına izin verdiği için Gloria Smart'a biz de, Engin Cezzar kadar,bir teşekkür borçluyuz. Çünkü bu kitap James sevenler için gerçekten eksik kalmaması gereken bir kitaptı. Onun bir dosta yazdıklarını okumak romanlarını okumaktan çok çok farklıydı benim için. Cesaretine ve gücüne hayran kalmak, biraz daha benimsemek kaçınılmazdı.
Bu mektuplar, yıllardır elimi yakar dururdu. Bazen erken, bazen de geç diyerek mektupları edebiyatseverlerle paylaşmayı hep geciktirdim. Ama geçenlerde James Campbell'in Guardian Rewiew'da yazdığı bir makale, beni ciddi şekilde tahrik etti.
Jimmy ile ta 1957'de başlayıp 1987'ye kadar süren dostluğumu, yoldaşlığımı bulabildiğim bütün belgelerle bir kitap haline getirdim. En büyük desteği, James Baldwin Vakfı Başkanı, Jimmy'nin kızkardeşi Gloria Karefa Smart'tan aldım. Şöyle ki; Jimmy'nin hayatı boyunca yazmış olduğu bütün mektuplara Vakıf yayın yasağı koymuştu. Ancak Gloria'nın bana verdiği 'özel' izin sayesinde bu kitap ortaya çıktı. Bu şekilde, okuyacağınız bu mektuplar Jimmy'nin dünyada gün ışığına çıkan ilk mektupları oldu.
Kitapta James Baldwin ile ilgili pek çok şey öğrendim. Ama beni en çok sevindiren, İstanbul hakkında düşündükleri oldu. Kitapta James Campbell onun için şöyle diyordu;
İşin ironik yanı, yaşamı boyunca renk ve cinsel kategorilerin sınırlamasından kurtulmaya çalıştığı halde, onu kuramcıların gözünde farklı kılan özelliğinin siyah teni ve cinsel tercihleri oluşudur.James Baldwin yaşamı boyunca siyah oluşunun, eşcinsel oluşunun üzerinde yarattığı baskıdan kurtulmaya çalışmış. Ve biraz soluk aldığını, bir yerlere ait olduğunu İstanbul'da hissetmiş. Benim için, benim ülkemin ona bunu yaşatmış olması çok mutluluk verici. Ve tüm bunlar kitapta şöyle anlatılıyordu:
İstanbul'da insanlar konukseverdi, yabancıları aralarına almaktan çekinmiyorlardı; delikanlılar birbirlerine dokunmaktan utanmıyor, eçcinsellik yeraltında kalmak koşuluyla kabul görüyordu. Şehir halkı nazik, açık yürekli, başkalarından bir şey beklemeyen insanlardı; oraya giden bir yabancı, Türkçe'de yalnızlık sözcüğünün karşılığı olmadığı duygusuna kolayca kapılabilirdi.Ve Baldwin'in Türkiye'ye gelişini nasıl sürekli ertelediğinden ve gelince de nasıl gidiş tarihini ileriye attığından söz ediyordu kitap. James Baldwin'in beni onunla tanıştıran ve derinden etkileyen kitabı "Bir Başka Ülke" yi İstanbul'da bitirmiş olması bile tüm ürkütücülüğüne rağmen şehri sevmeye çalışmak için bir adım atmam için yeterli belki.
Kendi ülkesinde dışlanmışlık duygusu, başarıyla da, kaçışlarla da yok edilemiyordu. Hiçbir Amerikalı, Afro-Amerikalılar gibi kendi ülkesinde de başka ülkelerde olduğu kadar yabancılık çekmez. Oysa Baldwin, kendi deyimiyle İstanbul'da "soluk alabildiğini" hissediyordu. Türkiye'de kendisini bir "Zenci" gibi hissetmediğine Engin Cezzar ve Yaşar Kemal de tanıklık ediyorlar. Kemal, "Benim açımdan Baldwin siyah değildi," diyor, "çünkü Türkiye'de o anlamda siyah bulunmaz. Biz hiç köle ticareti yapmadık; o yüzden bizde siyah diye bir sınıflandırma yoktur. Yalnızca esmerler ve daha esmerler vardır. Jimmy'nin dostlar arasındaki lakabı da Arap'tı. "
İstanbul / Çınaraltı
Tüm bu yazılanları okuyor ve şu anki duruma bakıyorum. "Zenci- Beyaz" ayrımı olmasa da daha başka ayrımlar yapıldığını, düşmanca tavırlar sergilemek için insanların muhakkak bir sebep bulduğunu görüyorum ve düşünüyorum, acaba Türkiye'yi onun gördüğü gibi görebilmek için onun gözlerine mi sahip olmalı yoksa kendi gözlerimizi açmaya mı çalışmalı diye. Bunları düşünürken, Engin Cezzar'ın minik bir dipnotta söyledikleri geliyor aklıma.
"Bağnaz olmayan bu açılım Baldwin'e puan kazandırıyor; çünkü şimdiye kadar hiç kimse ırkçılık konusunda onun kadar incelikle ve onun kadar bilinçli bir tutkuyla yazmadı."Hemen ardından, "Bir Başka Ülke" den cümleler yankılanıyor kafamda:
"Biliyorum,yalnız bıraktım Rufus'u,ama sevmiştim de,ve oradakilerin hiçbiri anlamak istemedi bunu.Hep dedim ki,onlar siyah,ben beyazım,ama aynı şeyler yaşanmıştı,gerçekten aynı şeyler,nasıl anlatabilirim ki ben bunu onlara?"Ve hiç düşünmeden Cezzar'a hak veriyorum. Çünkü kitabı okurken düşünmüştüm, gereği kadar, gereğinden fazla ve belki gereğinden az düşünmüştüm. Baldwin'in savundukları öyle doğru, söyledikleri öyle karşı çıkılmaz ki, insan üzerine konuşmaya utanıyor. İnsan olana bu gün ırk, cinsel kimlik veya herhangi başka bir ayrımı tartışıyor olmak, hâlâ karşımızdakini olduğu gibi kabul edememiş, o şekilde sevememiş olmak utanç veriyor ve bu sefer Baldwin'in "Bundan Sonrası Ateş" isimli kitabından cümleler geçiyor aklımdan.
"Beyaz bir çocuğun yapabileceği her şeyi benim de yapabileceğime gerçekten inandığımı ve bunu kanıtlamaya hazır olduğumu anladığında babamın sesinde duyduğum korkunun mesela,içimizden biri hastalandığında,merdivenlerden yuvarlandığında ya da evden fazla uzaklaştığında duyduğum diğer korkuyla hiçbir ilgisi yoktu."James Baldwin bir yandan kitabını yazarken, öbür taraftan Giovanni'nin Odası kitabını oyuna dönüştürmeye veya beyaz perdeye aktarmaya hazırlanıyor. Ne yazık ki o dönemde, iki erkeğin aşkını konu alan bir film yapılması fazla, çok fazla. Bu nedenle Baldwin'in Cezzar'ı da oynatmak istediği film / oyun hazırlanamıyor. Bunan üzülmem mi yoksa sevinmem mi gerektiğine bir türlü karar veremiyorum.
James Baldwin hassas, çabuk öfkelenip çabuk sönen bir insan. Onun anılarına dokunmuş olmak gerçekten çok güzel. Ve istemeden de olsa etrafında bulunmuş, onunla yemek yemiş, çay içmiş, sohbet etmiş insanları kıskanmadan edemiyorum. Ben bir şansım olsaydı ve karşısına çıkabilseydim iki kelimeyi bir araya getiremeyecekken Engin Cezzar'ın "piç kurusu" diye hitap edecek kadar ona yakın olması sinirlerimi bozuyor. Ama yalnızlığını giderdikleri için onlara minnet de duyuyorum, yine hiç hakkım olmadığını bilerek.
Bir yandan da şaşırmadan edemiyorum, bizler hemen yanımızdaki insanlarla geçinemez, uzun süreli dostluklar kuramaz ve güvenmeye dahi cesaret edemezken, onlar bunu başarmış. Ne mesafeler, ne dil, ne de kültür farkı engel olabilmiş. Sevgi söz konusu olduğunda bunun karşısında her şey boş sanki. Ve tüm bu saydığım nedenler, esasında sevmeyi beceremeyen bizler için uydurulmuş bahaneler.
Kitabın bir bölümünde Baldwin'in uzun bir süre Türkiye'de kalıp Türkçe öğrenmemiş olmasının ona sağladığı özgürlükten söz ediliyor. Baldwin yabancı dili olmayan insanlarla elini kolunu kullanarak, ilkel bir iletişim kurma yoluna gitmiş Türkçe öğrenmektense. Ve bu onu kendisini doğru anlatmaya çalışma, yanlış anlaşılma gibi durumlardan kurtarmış, bir dilin yaratacağı sorumluluğu üzerinden kaldırmış. En azından dostları onun buna sığındığını düşünüyor. Bazen "keşke yapabilseydim" diyorum...
Başladığım gibi bitirmeyi uygun buluyorum. Yine kitap, çok fazla şey söylemeye gerek bırakmayarak şöyle bitiyor:
"Bir böcek yaşasın, bir kurtçuk yaşasın da sen yaşama... Olacak şey değil." Kral Lear'ın repliği. Farklı şekillerde çevrilebilir ama özünde sevdiği birini kaybetmenin isyanı ve yaşaması gerekmeyen birçok canlı hayattayken, sevdiğini kaybetmenin çaresizliğini dile getiriyor. Jimmy öldüğündeki hissimi.
Sevgili Dostum "Arap çocuğu" Jimmy
Her şey emekle doludur, insan bunu dile getiremez. Göz görmekle kulak işitmekle tatmin olmaz. Geçmişte olmuş olan, gelecekte olacak olandır ve geçmişte yapılmış olan gelecekte yapılacak olandır.
Ve güneşin altında yeni hiçbir şey yoktur.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder