Cuma, Mayıs 05, 2017

çeşitli kitaplar, yine

Biraz okuyorum, evden çıkmadığım için, kimseyle konuşmadığım için okuyabiliyorum. Bir yandan sıkıldım, bir yandan güzel bir hayat biçimi gibi geldi. Sakin ve huzurlu, kendi kafamdaki sesler yetiyor zaten.

Okuma Şenliği'nde isimleri alfabetik sıraya göre sıralanan kitaplar kategorisinde B harifine Babili Düşlemek'i uygun gördüm. Belki bir senedir okunmayı bekliyordu.

Richard Brautigan -biliyorsunuz- en sevdiğim yazarlardan biri. Bir yandan okuyup tüketmek istemiyorum, öte yandan, defalarca kez okumak da mümkün diye kendimi yüreklendiriyorum ahahaha. Karmaşık hislerle elime aldım bu kitabı da.

Bir özel dedektiflik romanı... Anlatıcı karakterimiz, hayatta herhangi bir alanda asla tutunamamış, herhangi bir konusunda asla bir becerisi olmayan bir adam. Çünkü Babil'i düşlemekten kendini alamıyor. Babil güzel, Babil'deki sevgilisi güzel, Babil'de yaşam çok güzel. O yüzden kapılıp gidiyor Babil'e, kimi zaman sokakta, kimi zaman evde, kimi zaman bir bankta otururken. Babil'i düşlerken zamanın nasıl geçtiğini anlamıyor, zamanı kaçırıyor, üzerinde yaşadığı gerçek ve maddi dünyanın ritmini kaçırıyor, o yüzden tutunamıyor. O yüzden evini toparlayıp temizleyemiyor, o yüzden de ampulleri değiştiriyor, dağınık ve pis bir evde yaşadığını görmek istemediğinden.

Bir müşteri buluyor, cebinde bir silahla buluşmaya gelmesini istiyor müşteri. Bir silahı var ama kurşunu yok. Sırtından mektup açacağı ile (bıçaklanmış diyeceğim, ne diyeyeim ahaha) bıçaklanmış bir kadının cesedini kaçırması gerekiyor. Ama önce kurşun bulması gerekiyor. Bir de annesini araması şart. Bütün bunları yapabilmesi için Babil'den uzak durması gerekiyor. Ölen babasını düşünüyor Babil'i düşünmemek için, bir zamanlar seviştiği güzel bir kadını düşünüyor. Hiç kimse Babil'deki sevgilisi gibi değil ama. Elinden kayıp giden fırsatları düşünüyor, ki hepsini Babil'i düşlerken kaçırmıştı. Velhasılı buluyor kurşunları. Cesedi de.

Brautigan'ın çok kırılgan bir yanı var, hep söylüyorum. Karakterlerinin de öyle. Kötü çocuklar ama asla kötü çocuklar değiller. Hepsinin çok saf, çok ince bir yanı var. Bu karakter de öyle. Okurken kızamıyorsun, gülemiyorsun da.

Hepimiz düşlüyoruz Babil'i, ona Babil demesek de. Metroda giderken, tekli koltuğumuzda müzik dinlerken, arkadaşlarımızla sohbet ederken aklımızda hep bir Babil var. Benim var. Babil'i düşlemek hepimizin bir şeyleri kaçırmasına neden oluyordur belki, benim oluyor. Ama Babil güzel, Babil'deki sevgili yaşamın içindeki tüm sevgililerden güzel. O zaman, kaybettiğimizi kim söyleyebilir ki? Ancak, kendini kaybetmiş hissediyorsan kaybedersin. Babil, maddi, hesapçı ve katı dünya / gerçeklik karşısında, neresinden bakarsanız bakın kazançtır. Bahsettiğimiz sihir de aha bu.

(Bu arada şunu da belirtmeden geçemeyeceğim, tam Zihin'e "Brautigan'a bir yamuklarını görmedim" dedikten sonra kitapta aynı bölümlerin ikişer kez basılmış olduğunu fark ettim. Brautigan'ın işi mi, yayın evinin hatası mı anlayamadım ahahah ama sanırım yayınevinin işiymiş. Dün Mert'e de söyledim, buradan da söyleyeyim: Eyvallah 6.45, çok güzel yazarlar basıyorsunuz. Sayenizde kimleri kimleri tanıdık da sevdik, minnettarım. Ondan sonra kendinizi anlaşılmayan kaybedenler olarak lanse ediyorsunuz, biz de ağzımızı açıp bir şey diyemiyoruz. Okur kalitesinden şikayetçi olabilirsiniz ama okur kitlenizi de aha bu özensizlikler yüzünden kaybediyorsunuz. Bir sürü insan var X yazarını başka bir yayınevi bassa da okusam ne güzel olur gibi umutlara kapılan. Ondan sonra "bunca insan yalnızken neden bunca insan yalnız" teh!)

Hemen ardından Kırmızı Saçlı Kadın'a başladım. Neden bu kitap, hiçbir fikrim yok gerçekten.

Lise yıllarımda, Masumiyet Müzesi ile tanışmıştım Orhan Pamuk'la. Ondan sonra bir daha elim gitmedi hiçbir kitabına. Hakkında da sürekli bir şeyler konuşuluyor zaten. Kimisi sevmiyor, kimisi çok iyi bir romancı olduğunu söylüyor. Ben de okumak istiyordum, bu söylenenler yüzünden herhalde.

Masumiyet Müzesi'ni sevmemiştim. Akıcı idi, bitirmeyi başarmıştım ama klasik bir yeşilçam öyküsü gibi gelmişti bana. Kırmızı Saçlı Kadın hakkında da söylenebilecek şey aşağı yukarı bu.

Bu kadar övgü alan, takip edilen bir romancıdan nasıl böyle bir iş çıkıyor aklım almıyor. Böyle bir işe "iyi roman" nasıl diyoruz, onu da aklım almıyor. Böyle ukala ukala sallıyorum, bir yandan da utanıyorum çünkü kendi halinde bir okur olmak dışında edebi bir bilgim ve hükmüm yok. Ama milletin ağzı torba değil ki büzesin, benimkini de büzemeyeceksiniz ahahahah.

Kurguyu zayıf buldum. Anlatımı zayıf buldum. Dilin kullanımı kötü. Kitap kötü yahu, kötü.

Oidipus'a atıf var deniyor, Firdevsî'nin "Rüstem ve Sührab"ına atıf var deniyor. Metin bu iki efsane üzerinden ilerleyip, eski efsanelerin yaşamımızı ne kadar etkilediğini sorgulayacakmış. Ama Orhan Pamuk bunu o kadar gözümüze soka soka yapıyor ki, ne Oidipus'u merak etmemize fırsat veriyor ne de Rüstem'le Sührab'ı. Efsaneler hakkında öğrendiklerimiz bizi tatmin ettiğinden değil, artık görmekten, okumaktan yıldığımızdan.

Bir metin başka bir metin etrafında dolaşabilir hiç şüphesiz. Ama ben bunun belli belirsiz yapılmasını istiyorum hatta mümkünse temel mevzuyu ben bulup çıkarayım istiyorum. Gözüme gözüme sokulmasından rahatsız oluyorum.

Karakterler derinleşmiyor. Kitap aynı cümlelerin sayısız tekrarından oluşuyor. İnsan da aynı düşünceyi sayısız tekrar edişinden oluşabilir hiç şüphesiz ama bir metinde insanın kendini sayısız tekrarı bile işlenecek olsa, okura bunu hissettirmemek daha ince ve ustalıklı bir iş olacaktır diye düşünüyorum.

Her şeye rağmen hızlıca okuyup bitirdim kitabı. Kitabın sonundaki Kırmızı Kadın'a ait açıklamayı gereksiz buldum, baba-oğul çatışmasını oldu bittiye gelmiş (ki bu bilerek böyle kurgulanmıştı muhtemelen aslında) ve gereksiz buldum. Hikâyeyi içtenlikten uzak buldum.

Bazı hikâyeler öyle canlıdır, öyle zorlar ki anlatıcıyı, anlatmak zorundadır. Hikâye kendisini anlattırır, çünkü anlattırmak zorundadır. Bu ise, dile gelmese de olurmuş. Yine de başka kitaplarını da okurum diye düşünüyorum, herkesler ne buluyor yazarda anlamak istiyorum çünkü ahahah. Kendi salaklığım mı onu da anlamak istiyorum. OKUR OLARAK BU İŞİN NERESİNDE DEBELENİYORSUN EY CESSIE BALIK?1!

Tren Geçti'yi, Kırmızı Saçlı Kadın ile eş zamanlı okudum gibi oldu. Kırmızı Saçlı Kadın'a başladığım gün, Selcan'ın doğum günü vesilesiyle Kızılay'a indim. Dost'ta gördüm kitabı, kayıtsız kalamadım aldım. Çünkü inanın hayal ediyordum keşke şöyle bir kitap karşıma çıksa diye ahahaha.

Murathan Mungan ile aynı melankolik, romantik bakış açısına sahipmişiz demek ki trenler, tren yolculukları ve tren öyküleri hakkında. Onun da aklına düşmüş, yıllar içerisinde, sonunda tren öykülerini derleyip toparlamayı başarmış. Bunun bir de vapurlu versiyonu var, kitabın tam ismini hatırlamıyorum. Okuma şenliğine de 2017'de çıkan kitaplar kategorisinden dahil ettim, nisanda basmışlar.

İnanılmaz isimler söz konusu: Oğuz Atay, Ahmet Hamdi, Sait Faik, Vüs'at O. Bener, Sabahattin Ali, Leyla Erbil, Mustafa Kutlu, Ahmet Büke, Ayfer Tunç, Erdal Öz, Tomris Uyar ve daha kimler kimler. Çoğu ismini çokça duyup, asla tanışmadığım yazarlardı. O açıdan da iyi bir başlangıç olabilir, Türk edebiyatı denince bir rota çizmeme yardımcı olabilir diye düşündüm. Okurken de çokça keyif aldım. Gerçi bir ara sıkılıp Kırmızı Saçlı Kadın'a dönüp onu bitirip öyle devam ettim ama olsun. Hep söylerim zaten öykü okuru olmadığımı.

Trende geçen öyküler, tren garlarında geçen öyküler veya yalnızca tren gören / tren düşleyen öyküler var. En sevdiklerimi işaretlemişim, bakalım aklımda neler kalmış, bahsedeyim onlardan.

Demir Yolu Hikâyeleri - Bir Rüya | Oğuz Atay: Senelerdir duruyor kitaplığımızda Tutunamayanlar. Tutunamıyorum, liseden beri alıyorum elime kitabı ama elli sayfadan öteye gidemiyorum. Boğuluyorum Albayım, anlatabiliyor muyum? Ağır ve karanlık geliyor, daha vakti var demek ki. Bu öykü de hayli ağır ve karanlık bir öyküydü, "ben buradayım okuyucum, sen neredesin?" diye soran meşhur öykü bu imiş ayrıca. Bir tren garında hikâye satarak yaşamaya çalışan, aşık olan, aç gezen, sersemleyen, açlıktan sersemleyen bir yazarı konu alıyor. (Yazmak, aç bilaç yazmak, bir yandan aşık olmak ama hep aç olmak diyince Bandini'ye bir göz kırpıyorum.) Öyküyü çok sevdim.

Ayran | Sabahattin Ali: Bu çok acıklı bir öykü, Sabahattin Ali çok yalın, çok temiz yazmış. Tren garında ayran satarak kendisine ve kardeşlerine bakmaya çalışan bir küçük çocuğun hikâyesini okuyoruz, içimize öküz oturuyor.

Tren Yolu | Afif Yesari: Yine yalın anlatılmış, çok minik, çok hazin bir öykü. Bu da demiryolunda kömür toplayarak evlerini ısıtmaya çalışan çocuklarla alakalı. Yarabbim, şu trene mutlu binip mutlu inen kimse olmamış mı diye düşünmedin değil kitabı okurken ahaha.

Yataklı Vagon Yolcusu | Bekir Sıtkı Kunt: Bu öykü, insanın ımm nasıl desem, doğru ifade edebileceğimden emin değilim hadiseyi, insanın "iyilik yapma" kararının aslında kimi zaman bir seçim olmayıp, yıllar, yüzyıllar boyu "iyilik yapmalısın" şeklinde baskılanan ve belki kolektif bilinç altında yer ettiğinden kendini var eden bir eylem oluşunu sorgulaması açısından çok iyi. Cümleyi tekrar okumaya mecalim yok, daha ne diyeyim ahaha.

İzmir Postası'nın Adamları | Ahmet Büke: Bu bir tren yoluna göz kırpan, başka insanları alakadar eden ama aslında ucundan seyircisi olduğumuz minik bir aşk öyküsü.

Yaz Suyu | Tomris Uyar: Tomris Uyar'ın öykülerini sevdiğime iyice kanaat getirdim. Bir öyküsü daha var kitapta, onu da işaretledim. Bu da yine "iyilik yapmak, iyi olmak" ile şahsi isteklerimiz ve beklentilerimiz çatıştığında izleyeceğimiz yolun ne olabileceği, ne olmaması gerektiği üzerine, insanın hesapçılığı ve iki yüzlülüğü üzerine çarpıcı bir öykü.

Kar Yolcusu | Ayfer Tunç: Ya hayat bizim bencilliklerimiz, ikiyüzlülüğümüz ve hesapçılığımız etrafında dönüyor ya da ben her şeyden bunları damıtıyorum, bilemiyorum. Öykünün konusu yukarıdaki ile aynı. Öyküleri de teker teker anlatmak istemiyorum ki sizler de okuyun ahaha.

Nisa | Hüsnü Arkan: Bu yıl bir şiir kitabını okudum, bu kitaptaki öyküsü de pek ince idi. Hüznün yanında ufak bir umut da barındırdığından, güzel bir ilkbahar gününü anımsattığından, saf bir aşktan bahsettiğinden belki, kitap içerisinde bir nefes aldırdı.

Kuklacı | Erdal Öz: En sevdiğim öykülerden biriydi galiba. Çok simgesel, yaşananlar üzerinde ne kadar etkimiz olduğu, bizim ne kadar etkimiz olduğunu sandığımız / düşündüğümüz üzerine. Çünkü hepimiz çaresiz birer yarı-Allah da olabiliriz, neden olmasın?

Makas | Murathan Mungan: Kendi öykülerinden birini de koymuş Mungan. Makas aslında sevip sevmediğime çok da karar veremediğim bir öykü oldu. Yapayalnız ve hiçbir zaman kendisi olamayan bir kadının umutsuzca geçmişini, kendisini gören ama aslında hiç göremeyen insanları terk edişini, kendisini arayışını ve uçurumun kenarında umutsuzca dolanıp dururken yırtıp çıkarışını anlatan biraz melankolik bir öykü.

Sonuncu Belki | Tomris Uyar: Yolculuk esnasında tanışılan bir insan, alınan ani bir karar. Işıl ışıl, dup duru bir anlatım.

Kuvvetli Bir Söz | Celil Oker: Vallahi öykünün temel aldığı ilginç bir fikir de, önemli bir mevzu da yok ama kitaptaki en neşeli öykü olması nedeni ile bu da nefes aldırdı. Trende tanışılan hoş bir kadın, geçirilebilecek güzel bir gecenin reddi falan.

Öykü okumayı seviyorsanız, tavsiye edilebilir. Ama dediğim gibi genel olarak öyküler karanlık ve kasvetli. Memleket karanlık ve kasvetli çünkü anasını satayım, şu gariban Anadolu insanının yakasını açlık, sefalet, cehalet bir bırakmamış ki.


Okuma şenliğinde, şiir kitabı kategorisine dahil etmiştim Veda Busesi'ni de. Okuyayım, aradan çıksın dedim. Bilemiyorum, Umay Umay'ı hiç bilemiyorum. Bazı şarkıları / şiirleri hoşuma gidiyor, bazen çok arabesk buluyorum.

Bu kitapla alakalı da kafam çok karışık. Ne çok sevdim, ne çok nefret ettim. Söylediği şeylerin bir kısmını ben söylemek isterdim / istedim. Bir kısmına hiç hakim değilim, boncuk boncuk terlemeler, orgazmlar yaşayamıyorum. Yaşayabilen ve kendisini böyle şeyler sonucunda dağıtabilen insanlara da imreniyorum. Ben kendimi dağıtsam dağıtsam can sıkıntısından dağıtıyorum çünkü.

Umay Umay'ın da dediği gibi

"Kimse çözümsüzlüğünü seçmiyor. Bu bir seçim değil;
çıkmaz sokakları sevmek bir seçim değil."

Bir akşam yine gaza geldik, babil'den kitap seçtik. Allahım siteden nefret ettim, ne kullanışsız bir site o öyle. Kitaptan kitaba sıçrayamıyorsun, şööööyle ağız tadıyla, hunharca kitap seçemiyorsun. Yurtiçi kargo ile asla uzlaşamadık, yılan hikâyesine döndü kitaplar. En sonunda Mert şubeye gidip aldı koliyi ahaha.

Albaya Mektup Yok, o koliden çıkan kitaplardan biri. Pinuccia, Marquez kitapları ile ilgili şöyle bir video yayınlamış. Onun önerdiği sıralamayı izlemek, sağdan sola savrulmaktan daha mantıklı olabilir gibi geldi. Ay belki feyz alırım, belki biraz bir şey anlarım, bilemiyorum. Hiçbir şeyden hiçbir şey anlamıyormuş gibi hissediyorum.

Albaya Mektup Yok, bir uzun öykü. Yine Macondo'da geçiyor. Aslında Pınar bahsediyor videoda ahaha ben hiç ağzımı açmasam mı? Ama ağzımın torba olmadığına karar vermiştik ay.

Okuduklarım içinde en en en sevdiğim bu. Savaşa katılmış, emeklilik aylığının bağlanmasını 15 senedir bekleyen bir albayı ve eşini okuyoruz. Oğullarını kaybetmişler, bir yandan onun yasını tutuyorlar bir yandan da ondan geriye kalan horozu beslemeye çalışıyorlar. Böylece horoz yarışlarında bir gelir elde etmeyi umuyorlar. Albay da eşi de hasta, aç, fakir ve sefalet içindeler ama yılmadan, usanmadan bekliyorlar. Bir noktada kadının canına tak diyor, bu parasızlıktan kurtulmanın bir yolunu bulma konusunda sıkıştırıyor albayı. Albay da başta biraz niyetlenir gibi olsa da çözüm bulmaya (horozu satmak, avukat değiştirmek, şu 15 senedir gelmeyen paranın peşini kovalamak gibi) sonra yine eylemsizliğine, bekleyişine dönüyor.

İnanç, inançla yeşeren cılız umut muazzam. Ama kitabı okurken sorgulamadan edemiyoruz, bu gerçekten, yaşamın ritmine, olayların tersine döneceğine dair sarsılmaz bir inancın getirdiği bir eylemsizlik mi, yoksa çabalayıp durmanın getirdiği bir yorgunluğun ve bıkkınlığın eseri olan boş vermişliği mi ardında gizliyor? Ben daha hangisi olduğuna karar verebilmiş değilim.

Macondo'da hep yağmur yağıyor ama Marquez'in anlatımı pırıl pırıl, hep güneşli. İki ihtiyarın fakir masasında oturmak, yarı melankolik evlerinde dolaşmak çok hoş. Albay'ın beyaz pantolonu, rugan ayakkabıları, kolunun altındaki horoz gözünüzde capcanlı. Bunu kaçırmayınız. Okuma şenliğinde, alfabeye göre sıralanan kitaplar kategorisinde A harfi de bu heheh.

Sabahtan beri Pink Floyd dinliyorum, size de onu bırakayım:

2 yorum:

  1. Bu yazıdaki kitaplardan özellikle Orhan Pamuk'u merak ettim. Çok doğru tespitler yapmışsınız...

    YanıtlaSil