Cumartesi, Nisan 22, 2017

Kovboy Kızlar da Hüzünlenir - Tom Robbins

Ay zor, çok zor. Şimdi ben ne yazacağım?! Kahve de bitti üstelik... Haydi deneyelim bakalım...

Aylardır kitaplığımda duruyor Kovboy Kızlar da Hüzünlenir, Dur Bir Mola Ver de senelerdir duruyor. Büyük bir hevesle aldığım Tom Robbins kitaplarına asla elim gitmiyor. Çünkü neden? Çünkü, defalarca kez söyledim, biliyorsunuz, Tom Robbins'in "oyunculuğuna" tahammül edemiyorum. Herkese B,Bira'yı öneriyorum, küçücük kitap, bir çırpıda okursunuz diyerek. Ama bu kez, bu kez, yooo dostum bu kez her şey farklıydı.

Adeta uhrevi güçler etkisinde aldım kitabı elime. Galiba iki günde okudum bitirdim, Adana'dan dönerken telefonla ışık yapıp kitabı okumaya çalışıyordum. Müthiş eğlendim ve bir an bile Tom Robbins cıvıklığından sıkılmadım! Demek ki neymiş, memleket referandumla çalkalanırken okumak lazımmış Tom Robbins'i. Açlığa, sefalete, savaşa saklamakta yarar görüyorum öteki kitaplarını da. -ŞAKA!-

70'ler... Çiçek çocuklar çayırda çimende ot içip gitar çalarken, dünya da bir takım savaşlarla, ideolojik hareketlerle kaynıyordu. Ve bir kız çocuğu koskoca baş parmakları ile otostop çekiyordu. Biz de hikâyeye, bu kız çocuğunun baş parmakları vesilesi ile dahil olduk.

Sissy, böyle bir anomali ile doğmuş, baş parmakları diğer uzuvlarına göre büyük. Büyük demek yeterli olmayacak, haşmetli, devasa... Dolayısıyla ailede bir panik, insanların bakışları, okulda dalga geçen çocuklar... İnsanın kendi tuhaflığı ile başa çıkmasının veya çıkamamasının pek çok yolu olabilir. Normal nedir zaten, anormal nedir, yine de pek çoğumuz başa çıkamayız. Ben çıkamadım. Başa çıkamadığında da kayboluyorsun, hayatının bir noktasında, bir yerlerde. Bulunmak mümkün değil, bulunmayı ummak da mantıklı değil zaten. Tek çare, tuhaflığınla barışmak olabilir, tuhaflığı yok etmeye çalışmak, dönüştürmeye uğraşmak da çözüm değil çünkü Bozkırkurdu'nda Hesse'den öğrenmiştik onu: Öz değişmez. Sissy de daha en baştan muazzam parmakları ile barışıp otostop çekiyor.

Hareket önemli. Einstein'a bir gönderme var. hız = yol / zaman'dır. Temel fizik bilgisi. Hız arttığında zaman yavaşlar, hız zirve noktaya ulaştığında zaman durur. Burada aşk'a da gönderme var, evet. Belki de en eylemsiz ve en hızlı zamanlarımız, dolayısıyla zaman da duruyor aşık olunca. Ağğ hem de nasıl duruyor, bir aydan biraz fazla, ama üç yüz yıl yaşadım bana sorarsanız ahahah.

Sissy'nin hadisesi temiz ve güzel çünkü onu yollara düşüren koca parmaklarını da alıp aileden ve toplumdan kaçma çabası değildi. O yalnızca, hareketi seviyordu.

Dün Mert'le konuştuk, herhalde dedik idealizmi terk ettikten sonra sıçıp batırmaya başladık bu dünyada. İdealizm derken kastettiğimiz aslında bir ruhlar dünyasının yönetiminde olmak değil, ama o da olabilir, neden olmasın? Zaten ruhları düşünmeyi bıraktığımızda, kendi ruhumuzu da düşünmeyi bıraktık. Nesnelerin ve bitkilerin ruhlarını da... Oysa o önemliydi, modern insanın cep telefonlarına ve otomobillere ulaşırken yolda düşürdüğü şey ruhu oldu ve, bana sorarsanız pek hoş olmadı bu.

Şimdi postmodernizmi yerden yere çarpıyoruz çünkü o da çaktırmadan çaktırmadan sanki nihilizmi olumluyor. Çünkü elle tutabileceğiniz, tutunabileceğiniz bir gerçek ya da doğru kalmıyor ortada. Ama ona ihtiyacımız vardı, boşlukta sallanmaya tahammül edemiyoruz. Bakınca yine idealizm yoksunluğu, yoksa anlam aranmaz, anlam bulunmaz, anlam yaratılır.

"İnsan sadece dünyayı algılama değil aynı zamanda ona dair algısını değiştirme becerisine de sahiptir ya da daha basitçe ifade edersek, kişi olaylara bakma biçimini değiştirerek olayların kendisini de değiştirebilir. " diyor. Neresinden tutsanız, neresinden baksanız doğru bu. Evet, yani Esin'le de konuşmuştuk, tahammül edilebilir değil demiştik ama, her psikiyatr ne zaman sıkışsa hastasına şunu öğütler: bakış açını değiştir. Çünkü, neresinden tutsanız, neresinden baksanız doğru bu. 

Bir kabuk parçası, yumurta salatalı bir sandviçin bütün keyfini nasıl bozarsa, buzul çağının gelişi milyonlarca bahçe partisini nasıl berbat ederse, zavallı bir insancık sihre inanmadığı için nasıl hükümet ve ticarete inanırsa, bir astım krizi de aynı şekilde genç bir kadınla bir Kızılderilinin ilk randevusunu berbat edebilir.

Ediyor da. 16'da bir Kızılderili olan, parmaklarından sonra belki de en çok bununla gurur duyan genç bir kadın, özünden kopmuş bir Kızılderili ile karşılaşırsa ne olur? Ona aşık olduğunu sanır... Sissy'nin duygularını küçümsemek değil niyetimiz, sadece bunun gerçek aşk olmadığını, yalnızca o kökleri olumla, onlarla barışma ve karşındakini de barıştırma niyetiyle harlanan bir sevgi, sempati olduğunu başından beri biz biliyoruz, o bilmiyor. Her kadın yapar bunu, bir hayali olumlamadır, bir ideayı olumlamadır, ama aşk değildir. Hiç şüphesiz aşk da bir olumlamadır ama ancak "kendini" olumlama şeklinde cereyan ediyorsa aşk olabilir -galiba. 

Çinli sanılan bir Japon var. Ağzından "ha,ha ho,ho ve hi,hi" dışında pek bir şey çıktığını duymuyoruz. Çökmüş bir mağaraya, orada yaşıyor. Kovboy kızlarımızı izliyor. Bir saat mekanizması var mağarasında, çeşitli çer çöpten inşa edilmiş, zamanı haber verişi raslantısal bir rüzgâra bağlı. O mekanizma üzerinden zamanın yapısına, dokusuna ve göreliliğine yapılan gönderme muazzam. 

Kovboy kızlarımız var, "bir şey" olmaya çalışan, kendini "bir şey olarak" tanımlamaya çalışan kadınların işlettiği bir çiftlik. Erkek egemenliğinden bezmişler, kadın olmak istiyorlar, vahşi kadınlar olmak istiyorlar. Biz oturduğumuz mağaradan onların -neredeyse- erkeğe dönüşmesini ve son anda çark edip kendilerini bulmalarını izliyoruz. Muazzam. 

"Eğer uzay aşksa Profesör, o zaman aşk uzay mıdır? Yoksa aşk uzayı doldurmak için kullandığımız bir şey midir?" 
Çok uzaktan bakıyoruz her şeye, çok uzaktan bakınca çok komik buluyoruz. "Oyunculuk, uçarılık değil bilgeliktir" der Tom Robbins. Hesse Doğu Yolculuğu'nda "hayat oyun değilse nedir?" der. Vakti zamanında ben de demiştim onu, kim söylemişti Diyojen mi, Sokrates mi, Mert'in filozoflarından biri, "Bilge olan çocuk kalır." der. Çocuk keşfetme ve oynama ihtiyacı ile doludur. Gerçeği eğip büker çocuk, nesnelerin ve olayların doğasını anlamak için onu kurcalar, her şey oyundur çocuk için. O yüzden çocuk araştırmacı ve bilgedir. Kesin sınırları yoktur, bakış açısı her an değişir. Yine de bu ciddi veya gerçek veya doğru'nun olmadığı bir dünya değildir. Her şeyin koskoca bir oyun olduğu bir evrende neye tutunursun? İçine dalabileceğin en büyük, en kişisel tek oyuna, aşka. Aşk hep önemli oldu, hep önemli olacak. Aşk, uzayı doldurmak için kullandığımız bir şeydir dolayısıyla. 

Medeniyeti yerden yere çarpıyoruz, güzel. Benim en sevdiğim kafalar bunlar. Okuyorum, kendimi buluyorum:
"Okulda insanoğlunu daha alt primatlardan ayıran şeyin başparmak olduğunu öğrenirsin. Başparmak evrimin bir mucizesidir. Çünkü başparmak sayesinde insan alet kullanabilir; alet kullanabildiği için algılarını genişletebilir, çevresine egemen olabilir, bilgi ve gücünü arttırabilir. Medeniyetin mihenk taşıdır başparmak! Cahil bir okul kızısındır. Medeniyeti iyi bir şey sanırsın."

Biz "yaşadığın toplumun ürünüsün" fikrinden de nefret ederiz, ürün olma fikri hoş değil çünkü. Ama neresinden baksan öyledir. Bir kadın, koca baş parmaklarını toplum karşısında hangi noktaya kadar savunabilir? Ne zaman pes eder, nasıl pes eder? 

Herkes düşer. Hayat yalpalayıp durduğumuz, inip çıktığımız, düşüp kalktığımız bir şey. Bununla barışmak gerekir. Düşünce canımız yanar, canımız yanınca hata yapabiliriz. Mesela kendimizi tanımladığımız baş parmaklarımızdan vazgeçebiliriz. Çünkü bir ideayı olumlama adına birini sevmeye karar vermiş, bunu aşk sanmışızdır. Aşka ulaşamamak, aşkla barışamamak acı verir, insan aşık olunan tarafından onaylanabilmek, aşık olunanla birleşebilmek, belki ona dönüşebilmek için pek çok şeyi gözden çıkarabilir. Ama Tom Robbins söylüyor, ben de katılıyorum, sihrin yitimidir bu, özün zedelenişidir, geri dönüşü olmayabilecek bir sakatlığa dönüşebilir. 

Neyse ki, bazen yaşamın kendi ritmi yetişir insanın imdadına. Kuşlar öter, bazen ortadan kaybolurlar, sonra bulunurlar. Vahşi olanın evcilleşmesine tanık olmak her zaman acıdır, vahşi olanın yaşama inatla tutunduğunu görmek, baş parmakları kurtarabilir. 

"Aşkı yanılsamadan arındırmak imkânsızdır elbette ama yanılsamanın farkına varmak gerçekle el ele tutuşmaktır."
Gerçekle el ele tutuşmak, bazen bir ayrılığı, bazen yeni başlangıçları, bazen muazzam bir acıyı beraberinde getirebilir. Ama zorunludur, özgürlük için de, mutluluk için de. Ve her şeyi kendi küçük algısal sınırlarımız dahilinde değerlendiriyor olmak, bizden bağımsız bir "gerçek"in var olmadığı anlamına gelmez. Gerçek oradadır, orada olacaktır. Evren kendi oyununu oynar, kendi sistemi, kendi mekanizması dahilinde. Durumları yaratır, durumlar var ise gerçek vardır. Elmanın yere düşüşü gerçektir, biz düşeceğine inansak da inanmasak da, düştüğünü görsek de görmesek de... 

Sonunda şu veya bu şekilde gerçeğe teslim oluruz, bilerek ya da bilmeyerek. Önemli olan gerçeğin bütününe hakim olmak değildir zaten. Kendi oyunumuzu oynamaktır, zarar vermeden, hırpalamadan, incitmeden, oyun oynadığını bilerek oynamak belki de en neşelisi, en sağlıklısıdır. Gerçeği kurcalamak bazen sihri yitirmeye neden olur, oysa sihir, bizi ayakta tutan şeydir. Sihre inanmak gerekir, hükümete ve ticarete inanmamak için, hiçbir şey için değilse. 

Son olarak, her bir kelimesini kucaklıyorum:
Aslında bu titreşen dünyada neşeli ve sağlıklı yaşamanın sayısız yolu, saçma sapan yaşamanın da muhtemelen tek bir yolu var, o da endüstrileşmiş, kentleşmiş, sürüleşmiş olanı; insanoğlu da meseleyi yanlış anlamış. 



Hiç yorum yok:

Yorum Gönder