Cumartesi, Nisan 29, 2017

çeşitli kitaplar

Deren yazdı bir süre önce bana, öğrencileri bizim üniversiteye gezi düzenliyormuş. Aslında Ankara'daki üniversitelere gezi düzenliyorlarmış. Çocuk da biyolojiye, özellikle entomolojiye çok ilgiliymiş. Sen onunla ilgilenebilir misin demişti. Pazartesi sırf çocukla buluşmak için gittim kampüse. Gitmeden önce Gökçe'ye haber saldım, entomolojide yüksek lisans yapıyor. Ama onların kampüste bulunacağı saatte dersi varmış Gökçe'nin de. Ben de Yiğit Efe'yi kolundan tuttuğum gibi Çiğdem Hoca'ya götürdüm.

Canım Çiğdem Hoca, birinci sınıftan beri en sevdiğim hocalardan biridir. O da palinoloji çalışıyordu. Entomolog kimseyi tanımadığım için ve hoca da arı marı böcek möcek bildiği için ona gittik. Yiğit Efe ile güzel güzel konuştu, onu dinledi, böcek panolarını gösterdi, bir tane arılarla alakalı kitap hediye etti. Biz de Mert'in Böcek kitabını hediye ettik Yiğit Efe'ye. Sonra hocalarına teslim ettim yavruyu. Yolda Gökçe'ye de rastladık, o da çocukcağızı "aman diyeyim biyoloji okuma" diye darladı. Ben darlamadım. Benim tutunamamış olmam kimsenin tutunamayacağı anlamına gelmiyor, biyoloji çok keyifli bir bilim dalı. Ondan sonra da bir daha okula uğramadım zaten ahaha.

Oradan otostopla Kızılay'a geçmeyi planlıyordum, Ceren'le Seda, Zeynap'in evindeymiş. Oraya geçtim. Muhabbet ettik, lahmacun yedik ve uyuyakaldık. Sonra uyanınca birer bira içtik, ben eve zıpladım.

Zeynep'in nasıl biri olduğunu hâlâ çözemedim ama severim Zeynep'i. Ceren'le Seda zaten canlarım, ciğerlerim. İyi geldi düzenli bir evde tek kişilik koltukta uyuyakalmak.

Okuma hedefimi 90 kitaba çıkardım arkadaşlar çünkü okuyabiliyorum. Kampta küçük bir düşüş yaşayacak olsam da bence bu yıl -ilk kez- zafer benim olacak! Şimdi son okuduğum kitaplardan bahsedeyim.

İlk bahsedeceğim kitap, Miguel de Unamuno'dan Satranç Ustası Don Sandalio'nun Romanı. Bu kitabın elime ulaşma muhabbeti biraz tesadüfi. Ebru ile Büyük Umutlar'ı okumaya karar vermiştik, ben de Nadir  Kitap'tan sipariş edeyim dedim. Zamanında Cem basmış, çok ucuzdu kitap. Tam metin olacağına inandım, yanına bir iki kitap daha ekledim ve bir sahaftan sipariş verdim. Sonra bahsi geçen sahaf beni aradı, ellerinde o baskısı yokmuş kitabın. Başka bir baskı önerdiler. Biraz gönülsüzdüm, onlar da çevirmenin aynı olduğunu söylediler ama kitabın tam metin olmayabileceğini de eklediler. (Beni kandırmadılar yani, sahafın bir kabahati yok bunda ahaha) Öteki kitaplardan vazgeçmek istemediğimden "Ay iyi tamam onu gönderin o zaman" dedim, niye böyle bir şey dedim bilmiyorum ahaha şu an elimde ne yapacağımı bilmediğim bir Büyük Ümitler var, malım çünkü. Daha ucuzmuş bu tam metin olmayan baskı, bir kitap daha seçin ya da paranızı iade edelim dediler. Ben de beş liralık kitap aramaya başladım. Ve bunu gördüm.

Utku Tula Teyze'yi öve öve bitirememişti. Ben de tabii ki aklımın bir köşesine kitabı not etmiştim. Bu kitabı bulunca da Unamuno Unamuno'dur dedim ve aldım. Böyle şuursuzca yapılmış bir kitap alış verişinin sonucu yani bu kitabı okuyuşum.

İki başka romanı okurken, ani bir ilhamla, bir gece vakti elime aldım kitabı. Zaten çok minik bir kitap, roman demişler, mektup da denebilir, her şey denebilir bence. Bir çırpıda bitirdim, gözlerim de dolu dolu oldu. Başarılı.

Yazar, okurlarından birinden aldığı bir mektubun bahsini açarak başlıyor kitaba, okur "belki bu öyküden bir roman çıkartırsınız" diyerek çeşitli mektuplar göndermiş. Yazar kurgu telaşına düşmeden, mektupları olduğu gibi yayınlıyor. Kitabın sonunda "benim okurum bana roman fikri vermez" diyor "ben de romanlarım hakkında onlara fikir vermem. Onlar romanı okur kendi hikâyelerini yaratırlar romandan." Aşağı yukarı böyle şeyler, çok hoş.

Mektupların sahibi, insanlardan ve insanların aptallığından kaçmak için küçük bir kasabaya yerleşmiş bir yarı münzevi. Kaçamıyor ama tam anlamıyla, kahvelere, derneklere takılıyor. Küçük bir satranç kulübü keşfediyor, kulüpte de bir satranç oyuncusu. Hiç konuşmayan, yalnızca satranç oynayan bu adam ilgisini çekiyor, onu incelemeye başlıyor. Özü aynı olan ruhlar karşılaşınca birbirlerini tanırlar, bu tanıdıklıktan şüpheye düşmeleri de olası ve anlaşılabilirdir. Don Sandalio'nun düşüncelerini hiçbir zaman net olarak bilemiyoruz ama anlatıcı karakterle paralel bir çizgide ilerlemiş olduklarını çözüyoruz.

Don Sandalio'nun yaşamı hakkında hiçbir şey de öğtenemiyoruz, anlatıcı öğrenmek istemiyor çünkü. Onu tanıdığı hali ile var ediyor, Don Sandalio'nun ölüm haberini aldığında yıkılıyor, içi oyulmuş bir ağacın gövdesine girip orada ağlıyor. Daha içli bir hüzün düşünemiyorum.

Gerçeği yaratmakla ilgili bir şeylerden Yaratma Cesareti'nde bahsetmişti Rollo May. Onun söyledikleri kurgulaştırılırsa böyle bir şeyle karşılaşabiliriz belki de. Gerçeğin baştan sona yaratımı söz konusu çünkü, yine aynı muhabbet, algılarımız, algılarımızın sınırlılığı, asıl gerçeği hiçbir zaman bilemeyiş. Ama bilmek istemek zorunda da değiliz, öyle değil mi? Güzel kitap, kaçırmayın.

Aynı alış veriş esnasında ani bir ilhamla aldım bunu da, iki lira doksan dokuz kuruştu ahahaha. Seri hakkında pek bir şey bilmiyordum ama konusunu okuyunca ilgimi çekti. Galiba 6.45 artık basmıyor bunu.

Kitap elime geçtikten sonra arka kapağa şöyle bir baktım, şu cümleleri gördüm, içim ezildi:
"Her 6.45 okuru bilir ki, sonsuz hayatı arayan bir kaybedene, 'sonsuz hayat yoktur' dendiğinde alınacak tek bir yanıt vardır. 'Yoksa, aramakta mı yoktur.'" 
Yani evet tam anlamıyla şuna tav olarak hemen okumaya başladım kitabı. Uzunca bir süre de arka kapaktaki bu küçük yoruma anlam veremedim, kitapla alakası yok gibiydi çünkü. Sonra çözdüm mevzuyu, söylenebilecek her şey hakikaten bu kadar olabilir bu kitapla ilgili olarak.

6.45 Asgrad mı Asgard mı karar verememiş bir türlü ama Asgard arkadaşlar, öteki edisyonlarda da hep Asgard çünkü. Onun dışında çeşitli cümle düşüklükleri, yazım hataları mevcut ama bundan şikayet edip durmaktan vazgeçtim. Çünkü artık o kadar kötü basmıyorlar bence, o yüzden eski baskıları hoş göreceğim. Daha rahat alıyorum son iki senedir 6.45 kitaplarını, Brautigan'a da bir yamuklarını görmedim ahaha.

Asgard dediğimiz, çok katlı bir yapay gezegen aslında. Kitapta "bilim kurgu" dendiğinde aklınıza gelebilecek her bok var, insansı yaratıklar, insansı olmayan yaratıklar, biyo-teknoloji, biyolojik savaş, androidler, her bok. İnsanlar da var, anlatıcı karakterimiz de insan. Yalnız gezen, yalnız çalışan bir kâşif. Çok katlı bu gezegenin merkezine dek inip, soğuk nedeni ile aşılamayan katların altında bir yaşam, yaşam değilse bir yaşam kalıntısı olup olmadığını anlamaya çalışıyor herkes. Bir yandan insanlara karşı biyolojik silah olarak kullanılmak üzere üretilmiş ve yok edilememiş bir android var? Neden android bilmiyorum aslında çünkü mekanik bir şey değil bu android, son derece biyolojik... Neyse, onun dünyayı tehdit ettiği düşünülüyor, bunun peşinde olan bir ordu var, insan ordusu. Herkes kendi amaçlarının peşini kovalarken bir yerlerde yolları kesişiyor işte.

Medeniyete, sosyal örgütlenme biçimlerine küçük eleştiriler, dokundurmalar var ama kitapta büyük bir yer kaplamıyor bunlar, laf arasında şöyle bir şahit oluyoruz.

Hikâye bir noktadan sonra biraz sıktı beni ama ana karakteri çok sempatik buldum. Çünkü serseri oğlanlar förevır fdkjjkfds. Ve merak ediyorum ikinci kitapta neler olacağını, ilk fırsatta ele geçirip okuyacağım. Siz de türle ilgileniyorsanız bakabilirsiniz, baskısı yoksa bile, kolayca bulunuyor seri.

Bahsedeceğim son kitap Yeşil Gölge. Bendeki baskısı bu değil, bahsettiğim kitap alış verişinde beş liraya falan aldım galiba, May Yayınları'ndan çıkan eski baskısı. Sırf okuma şenliğine dahil etmek için "daha önce okumadığım Türk yazar" ararken buldum. Sanki herhangi bir Türk yazar okumuşum gibi ahahaha. Asla hakim olmadığım bir şey olduğu için Türk edebiyatı, güvendiğim bloglara tutunarak ilerlemeye çalışıyorum. Gerçekten böyle bakıp kurcaladığım bloglar var, bilim kurgu denince Settie var, Utku zaten baş kaynağım, Pinuccia var, var böyle birkaç kişi. Bunu da yine Utku'nun blogunda kendimce küçük bir stalk yaparken buldum. Denizin Çağırışı'nı okumuş, ben Cemo'yu aldım sanıyordum Yeşil Gölge'yi almışım meğer. Gerçekten hayatımın en şuursuz kitap alış verişlerinden biri idi.

Anadolu insanı ile ilgili fikirlerim çok karmaşık. Gerçekten yani, o kadar karmaşık ki. Bu köy insanının, kasaba insanının hem saf ve naif bulduğum bir yanı var, hem de -çok ağır olacak farkındayım ama- alçakça ve haysiyetsiz bulduğum bir yanı var. Bu alçaklık ve iki yüzlülük de o saflıktan mı kaynaklanıyor, insanın saf kötülüğü mü asla karar veremiyorum. O yüzden küçük yerleşke insanının öykülerini okumaktan nefret ediyorum. O yüzden de okumuyorum. Çok net.

Şehir insanı öyle değil, şehir insanının iki yüzlülüğü falan herkesçe biliniyor zaten. O çıldırtıcı saflıkla karşılaşmıyorsun, herhangi bir ikilem de söz konusu değil. Sanki baştan sona antipatik ve bununla bir şekilde barışmış, belki de, ben bununla bir şekilde barışmışım, şehir insanı olduğum için.

Yeşil Gölge de hakkında ne düşüneceğimi asla bilemediğim bir ton insanla, abuk subuk bir atmosferle sarmalanmış. Sinir harbi geçirerek ve inanılmaz keyif alarak okudum, ikisi aynı anda.

İlk sayfada gülümsemeye başladığımı biliyorum, çok basit bir anlatım söz konusu çünkü. Basit değil, yalın herhalde doğrusu. Ondan sonra entrikalar alıyor başını gidiyor. Sevebileceğiniz tek bir karakter yok, kızabileceğiniz tek bir karakter yok. Entrikalarda da o saflık ve basitlik hep söz konusu. Basitçe insanın kendi çıkarlarına hizmet edişi çünkü, yani insan kendi çıkarlarına ancak bu kadar dolaysız hizmet edebilir. Nasıl kızacaksın, neye kızacaksın? İnsan doğası.

Karşısında el pençe divan durulan bir ağa var, karın tokluğuna çalışan işçiler var, güçlü karşısında ne yapacağını bilemeyen cahil halk var, kadın düşkünü erkekler var, bu düzende yolunu bulmaya çalışan kadınlar var, var da var. Herkes var. Yani en başta dediğim gibi herkes o kadar yalın ve saf bir şekilde var ki. Bir yandan çok partili geçişe bir yolculuk var, bahsettiğim ezilen halkın bunu nasıl karşılayacağı, zihninde nereye nasıl oturtacağı kuşkusu var, Orwell'in Hayvan Çiftliği'nde insana dönüşen domuzlar vardır, bilirsiniz, aynı hadise var, iktidara gelenin diktatöre dönüşmesi ihtimali göz kırpıyor bize bir yerlerden.

Yaşamın kendi ritmi var, olaylar birbirine pamuk ipliği ile bağlı, kimi zaman tesadüfi ama genel dokuda etkili. Kötülerin cezalandırılması var evet ama acı çekmeden yolunu bulabilen kötüler de bir yandan var, çünkü yaşam böyledir. Her zaman iyiler kazanmaz, kaybeden iyiler de var. Çaresizlik var, çaresizliğin farkında olmayış var. Kadın hep değersiz.

Yani hayata dair türlü çeşitli her türlü bok vaziyet anlatılırken nasıl boğulmazsınız? Boğulmuyorsunuz işte. Gülüyorsunuz bir yandan, komik çünkü. Ay ne diyebilirim, Kemal Bilbaşar'a bayıldım. Mert'e bahsettim biraz kitaptan, o da çok heyecanlandı. Bakalım o ne düşünecek okurken. Can yeni kapakları ile basıyormuş bakınız, üç beş liraya da sahafta neyin bulabilirsiniz. Bunu da kaçırmayın.

Bu üç kitabı da okuma şenliğine dahil ettim, ilk kitabı daha önce okumadığım yabancı erkek yazar kategorisine, ikinciyi son kategoriye, üçüncüyü de daha önce okumadığım Türk erkek yazar kategorisine.

Şimdi Babil'i Düşlemek'i okuyacağım herhalde. Bir Brautigan daha okunup gidecek beheey, üzücü. Üzücü.

Yazıyı yine bağlayamadım ahahah bari bir şarkı bırakayım:

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder