Pazartesi, Şubat 06, 2017

Yakut Kırmızı | Kerstin Gier | Aşk Tüm Zamanların İçinden Geçer # 1

Zaman Yolcusunun Karısı'nı yüzyıllar önce, şimdi adını hatırlayamadığım bir alış veriş sitesinden 10 TL indirimi ile almıştım galiba, yani seçilmiş kitaplar 10 liraydı. O zamanlar yazmıştım, çok sorunlu bir alış veriş de olmuştu. Kitapların bir kısmını yolladılar, bir kısmı gelmedi, asla "şu tarihte yola çıkmış olacak" dedikleri tarihte yola çıkmadı, böyle siteyle lüzumsuz bir trafik cereyan etti ve o zaman da köye gideceğimiz için annem başımın etini yedi, stresli bir bekleme süreci oldu benim için de. A-ha siteyi de buldum, işte bu site. Hiç memnun kalmamıştım dolayısıyla bir daha asla oradan alış veriş yapmadım.

Kitabı okumak istememin tek nedeni zaman yolculuğu temasıydı tabii ki. Bilim kurgu ile de çok iç içe olmadığımdan, basit bir kitapla bu işlere girmek iyi olabilir diye düşünmüştüm. Hem aşk, hem zaman yolculuğu, muhteşem olabilir fikrindeydim. Ama kitap Adana'da kaldı, ben Ankara'ya geçtim ve şu zamana dek asla okuyamadım. Bir ara kitaplığımda öteki kitaplar arasında kayboldu falan ahahah.

Şimdi, hazır Okuma Şenliği'de söz konusu iken, filmi olan bir kitap kategorisi için okuyayım diye düşündüm ve başladım AMA NE MÜMKÜN? OKUMAK NE MÜMKÜN?! 270. sayfada falan pes ederek kitabı bıraktım.

Yani her zamanki gibi nereden başlasam bilemiyorum. Anlatım kötü, çeviri çok çiğ, çok kötü. Artık film altyazılarını bile bu kadar birebir çevirmiyorlar. Her "he, she, it"li cümlenin başında bir "o" olması (o, üzgündü. o, yaptı vs vs anladınız siz şimdi doğru dürüst bir örnek veremedim), pek çok cümlenin çevirisinden orijinalini tahmin edebilmeniz ve anlatım içerisinde bunların çok sırıtıyor olması büyük bir sorundu bence.

Onun dışında, sürekli anlatıcının değişmesi (bir oğlan anlatıyor bir kız), sürekli zamanın değişmesi, bunları takip etmek zor olmasa da yine de insanın öyküden kopmasına neden oluyor bence. Bu da yetmiyor, bu zaman yolculuğunun kuralları ve doğası ile ilgili hiçbir şey öğrenemiyoruz. Bir genetik nedenden ötürü böyle olduğu tahmin ediliyor, sadece bu kadar. Nedeni ve nasılı yok. Oğlan hangi zamana ne zaman gideceğini kontrol edemiyor ve ön göremiyor. Yine de kıza bir liste verebiliyor şu şu tarihlerde geleceğim diye çünkü aynı zaman dilimi içerisinde hem çocuk hali, hem yaşlı hali, hem genç hali bir takım başka zamanlara sıçrayıp duruyor. Ve bu mantıklı mı hiç bilemiyorum. Çünkü böyle olunca bu adamdan bir sürü bir sürü kopya var olmuş oluyor.

Kitap boyunca bir çok önemsiz detayı okuyoruz. Bir noel kutlamasını, yedikleri yemekleri, içtikleri içecekleri, havlularının dokusunu, her boku. E iyi de ben altı yüz bilmem kaç sayfa boyunca bunları okumak istemiyorum ki? Bana altı yüz sayfa boyunca pek az olay veriyorsun ve hiçbir alt metni bulunmayan bir sürü lüzumsuz detay? Yirmi sayfa boyunca bir akşam yemeğini, otuz sayfa boyunca bir kır gezisini okumak falan içimi bayıyor çünkü bomboş.

Dan Brown, Melekler ve Şeytanlar'da beş yüz bilmem kaç sayfa boyunca birkaç saati anlatır ama macera ve aksiyon asla hız kesmez (film tanıtımı gibi oldu ahaha) ve pıtır pıtır okursunuz. Virginia Woolf Mrs Dalloway'de yalnız bir günü anlatır iki yüz bilmem kaç sayfada ve alelade bir gündür ama o iki yüz bilmem kaç sayfa boyunca onun hayatına, bunun hayatına, şunun hayatına sıçrayıp durur ve hayatın kendisi ile ilgili de çok güzel düşünceler verir size ve yine okursunuz, tek bir günü okumuş olmaktan gocunmazsınız. Ama ben tek bir günü yirmi veya otuz sayfa boyunca okumaktan gocundum bu kitapta. Yarım bırakmak pek adetim olmasa da, bir daha asla elime almamak üzere bıraktım kitabı. Bu işin sonunda ne olacak merak ediyorum ama ŞÜKÜRLER OLSUN Kİ FİLMİ VAR, AÇAR ONU İZLERİM.

Bu sevimsiz okuma, motivasyonumu bir hayli düşürdü. Ondan sonra Kara Kule'ye başladım ama onda da ilerleyemedim. Neyse ki imdadıma şu seri yetişti.

Herkesler bu serinin kapaklarını falan çok sevse de ben bir türlü sevemedim, itici geliyor. Genç yetişkin çok ilgimi çeken ve hakim olduğum bir tür de olmadığından, asla dikkatimi çekip de incelemedim kitapları. Sağda solda bir iki yoruma rastlamışımdır. Sonra Pinuccia'nın bir videosunda serinin zaman yolculuğu ile ilgili olduğunu öğrenince (blogunu severek takip ediyordum senelerdir, şimdi youtube işine girişti videolarını da takip ediyorum) "A-haa" dedim "okumalıyım!" Üstüne bir de Doğa "Hayalet de var" diyince kararım pekişti. Aynı günlerde ukitap'ta 30 lira gibi bir fiyata bir hanımın seri halinde bu kitapları sattığını görünce hemen iletişime geçtim. Yakut Kırmızı'ya dün akşam başladım, sabaha karşı da bitiverdi ve ağğ çok keyifliydi.

Dediğim gibi aslında daha ufak bir yaş grubuna hitap ediyor kitap ve benim de çok içli dışlı olduğum bir kategori değil bu ama hem kafa dağıtmak hem okuma kabızlığından kurtulmak için ideal. Puntolar kocaman, dil ve anlatım çok basit, çeviri başarılı, öyle olunca sayfalar pıtır pıtır ilerliyor. Bir bakıyorsunuz bitivermiş.

Bu öyküde de zaman yolculuğuna çıkabilme yetisi genler vasıtası ile aktarılıyor. Bir ailenin oğlanları ve başka bir ailenin de kızları çıkabiliyor zaman yolculuğuna. Ama bu öyküde bazı kurallar var, mesela insanlar yaşadıkları çağ içerisinde yolculuk edemiyorlar. Yani bundan beş sene, üç sene öncesine falan gidemiyorsunuz, tabii ilerleyen kitaplarda bir istisna ile karşılaşmazsak. Daha keyifli kılan şey, zaman yolculuğu hususunu araştıran bir çok bilim adamının olması, zaman yolculuklarını kontrol edebilmek (kişilerin hangi zamanlara ne kadar süre ile gideceklerini vs) amacıyla bir alet geliştirilmiş olması ve işin içinde bir takım fantastik ögelerin de bulunması gibi. Bu alet üzerindeki boşlukların tamamlanması ve döngünün kapatılması için tespit edilen tüm zaman yolcularının kanı gerekiyor, bu yüzden karakterlerimiz geçmişe dönüp büyük büyük büyük bilmemnelerinin kanlarını toplamaya çalışıyorlar.

Bir başka çift ise bu döngünün tamamlanmasını önlemek için daha önce yapılmış makineyi alıp geçmişe kaçmışlar, onlar da buna mani olmaya çalışıyorlar ve nedenini henüz bilmiyoruz. Döngünün tamamlanmasının Felsefe Taşı ile bir alakası olduğunun ip uçlarını yakalıyoruz ama yine neden ve nasılları ilk kitapta öğrenemiyoruz.

Çok klasik bir "büyük aşklar nefretle başlar" hadisesi var ve genel olarak bunu çok sevimli bulduğumdan, bu kurguda da hoşlandım ahahah. Hatta bence kızla oğlanın inatlaşmaları biraz daha sündürülseydi daha hoş olurdu ama 350 sayfanın sonunda öpüşmeye muvaffak oldular. Ne diyeyim, pek tatlı bir kitaptı, pek tatlı bir seri gibi de duruyor. Karakterlerin de hemen hepsini sevdim, Kont bile buna dahil. O yüzden bu seriyi favori tırt serim ilan ediyorum. Bu akşam ikinci kitaba başlarım belki de.

Çok müthiş takaslar gerçekleştirdim, ev yine kitap doldu. Onları eritmek istiyorum çünkü Ankara'ya götürme fikri çok sıkıcı, koca çantayla yolculuk etmek hiç hoş olmuyor şehir içinde. Yazının sonunu bağlayamadım, bari şarkı bırakayım:

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder