Pazartesi, Şubat 06, 2017

üç güzel kitap

Bu seferki Okuma Şenliği'nde çok azimliyim. Kesin bir noktasında patlayacağım ama patlayana kadar tadını çıkarayım bari... Kalınlığı ile gözümü çok korkutan Zemberekkuşunun Güncesi'ne başladım, kesinlikle odaklanamadığım ve sabredemediğim için aralara başka kitaplar da sokuşturuyorum. Yine kalınlığı ile gözümü korkutan Zaman Yolcusunun Karısı o kitaplardan biri. Ama okuduğum son üç kitabın üçü de birbirinden keyifliydi. Şimdi size onları anlatacağım...

İlki, Kerouac'ten Deniz Benim Kardeşim. Kaç zamandır elimdeydi bu kitap bilmiyorum, üstelik de incecik. Yanılmıyorsam 2015 yazında bastı Siren bunu. Kitabı gördüğümde kamptaydım ve aklımı kaçırıyordum neredeyse heyecandan, alıp okuyamıyorum diye de üzülmüştüm. Dilan'ın elinde görünce de içimi küçük bir kıskançlık kaplamıştı ve kitabı yok etmek için çeşitli komplo teorileri geliştirmeye başlamıştım. Asla hayata geçirmedim tabii.

Neden bu kadar heyecanlandığım, neden kitapla ilgili bu kadar yoğun hislere kapıldığım konusu tam bir muamma zira o zamanlar hiç ama hiç Kerouac okumamıştım ve yazara karşı da özel bir ilgi veya hayranlık duymuyordum. Tanımadığım herhangi milyonlarca yazardan biriydi.

Sonra dediğim gibi aldım kitabı. Normalde bu koşullar altında bir insanın eline geçer geçmez kitabı okumasını beklersiniz değil mi? Müthiş tutarsız bir insan olduğum için aylarca kitaplığımda süründü. Elimizde Yolda ve Yalnız Gezgin de bulunmasına rağmen okuduğum ilk Kerouac kitabı asla bu üç kitaptan biri olmadı, Yeraltısakinleri oldu. Tabii onu okuyana kadar da Beat Kuşağı denen şeyle az çok tanıştım ve yazarla ilgili kafamda hayli pozitif önyargı barındıran bir profil şekillendirdim. Bu yüzden de Yeraltısakinleri'ni okurken yaşadığım dehşeti ve hayal kırıklığını tanımlamamın imkanı yok. Ebru'ya şu şekilde ifade etmiştim: "Jack Kerouac'in bile içinde kıt kafalı bir karayağız Türk delikanlısı yatıyorsa, aşk ve oğlanlar adına ne ummalıyım bilemiyorum." Belki de acımasız davrandım, ondan da çok emin olamıyorum. Yeraltısakinleri hakkında şunları yazmıştım. Yazara gıcık oldum, yapacak bir şey yok. Ve ondan sonra da uzuuuunca bir süre elim başka kitabına gitmedi.

Kitapta kısa ve öz bir önsöz var, kitapla ilgili her şeyi bir çırpıda özetleyiveriyor. Onu atlamamak gerek. Önsöz zaten iyi bir özet olduğundan, önsözü özetlemeye niyetlenmeyeceğim. Yalnız şunu söylemek istiyorum, Kerouac bu kitabı 1942 senesinde yazmış. Bu yıllarda herif öğrenimine ara verip Amerikan Ticaret Filosu'na katılmış ve kitap bu sefer esnasında yazılmış. Yazar bu yolculuktan, yolculuk esnasında tanıştığı kimi insanlardan çok etkilenmiş, kitapta da bunun izlerini görüyormuşuz. Sebastian Sampas'a (ki anladığım kadarı ile o da bir yazar ve şair) yazdığı bir mektupta kitapla ilgili şöyle demiş: "Bu kitaba, Deniz Benim Kardeşim'e yaşamın tüm tutkularını ve görkemini, tedirginliğini ve huzurunu, heyecanını ve iç sıkıntısını ve arzu, öfke, korku, zafer ve ölümle dolu tüm sabahlarını, öğlenlerini ve gecelerini işleyeceğim." ÖYLE DE YAPMIŞ GERÇEKTEN!

Şu anda şu satırları yazıyor olmaktan bile rahatsızım. Yeraltı edebiyatı yer altında kalmalı gibi bir inancım var ve bana sorarsanız öyle Bukowskilerle falan değil Oscar Wilde ile ve hatta Dostoyevski ile falan başlıyor yeraltı edebiyatı, bu Beat mevzusu da Jack London ile. Yani edebi bilgim tartışılır elbette, bir şeyleri kategorize etme konusunda da kendi kıstaslarım var, katılanlar ve katılmayanlar olacaktır ama bence bu böyle. Jack London'dan öncesini bilmediğimden Jack London ile başlattım ahaha. Belki de daha önce başlamıştır. Her ne ise. O yüzden bu heriflerle ilgili yazarken falan hep iç sıkıntıları, bir takım bulantılar yaşıyorum. Bir Palahniuk ile ilgili yazmak sıkıntı değil çünkü bana kalırsa o zaten içtenlikten yoksun ve gözümüzün içine baka baka hepimizle dalga geçen bir tip. Popüler kültürü yerden yere çarptıktan sonra internet sitesinde Fight Club tişörtleri falan satmaya başladı, son zamanlarda da sürekli yeni bir kitabı çıkıyor zaten aman. Ama bu durum Palahniuk'u kendi içinde tutarlı bulmama da neden oluyor çünkü adamın bu mevzuya yaklaşımı da çok net, verdiği mesaj da o, alıyorlarsa sat, sömürülmek istiyorlarsa sömür. Öbür yandan bir Bukowski'ye de çok içim parçalanmıyor çünkü piçin tekiymiş belli ki. Ama yarın öbür gün (Küçük Prens'in başına gelenler gibi) bir Brautigan'ı bir Fante'yi ve hatta bir Kerouac'i onun bunun götünde başında dövme olarak görürsem ve bunda şu yazıların da az da olsa payı olduğunu düşünürsem sanırım bileğimi keseceğim. Yine de paylaşmak en temel ihtiyacım olduğundan, kendimi durduramıyorum. Heyecana da kapılıyorum güzel bir şeyler okuyunca, asla olmuyor olamıyor yani, susup kendime saklayamıyorum. Şu kitapla ilgili heyecanımı oturup bir insan evladıyla adam akıllı paylaşabilmiş ve anlaşıldığım konusunda bir miktar tatmin yaşayabilmiş olsaydım, şu yazıyı yazıyor olmayacaktım. Her ne ise. Dönüyorum konuya.

Dediğim gibi, öyle de yapmış gerçekten. Yine bir ticaret filosunda çalışan genç bir denizcinin sahneye girmesi ile başlıyor öykü. Bu karaktere aşık olmadan edemiyorum. Wes! O kadar düz o kadar net o kadar sade bir herif olarak görünüyor ki gözüme. Tüm laf kalabalıklıklarından uzak, az konuşuyor, çok yaşıyor. Denizde olmak onun için bir tutku. Çok daha genç yaşlarda aşık olmuş, evlenmiş. Bu aşktan kaçmak için de düşmüş yollara. Sayısız ülke gezmiş, demir attıkları limanlarda küp gibi içmiş, kadınlarla yatmış falan filan ama böyle bir yaşam tüketmemiş herifi. İçinde müthiş bir yaşam ateşi yanıyor, hemi de nasıl, cayır cayır. Yine bir sefer dönüşü Amerika'da, hatta daha spesifik olacak ise New York'ta bir barda içerken sevimli bir kızla tanışıyor. Kız da kendi arkadaş grubu ile çıkmış, kalkıyor bunların masasına gidiyor. İçtik, muhabbet ettik derken soluğu bu insanların evinde alıyor. Manyak manyak tipler, bir modacı var, Amerikan edebiyatı üzerine ihtisas yapan bir öğretim görevlisi falan var (ki onunla ilerleyen sayfalarda içli dışlı olacağız), ötekilerin mesleklerini hatırlamıyorum. İşte muhabbetler bir şeyler, ateşli gençlik mevzuları, sosyalizm nedir, memleket nereye gidiyor, kapitalizmi nasıl çözeriz, nasıl olcek bu işler vesaireler. Akademisyen dediğim Bill. Bu da tam tersi, yaşamını kitaplara gömülerek geçirmiş, hayatı boyunca okumuş, zihinsel anlamda çalışmış, işlemiş ama hayatın içine dalmamış. Hep bir üçüncü göz, hep seyirci. Bir noktada var oluyor ama izlemekle yetiniyor. Bill, Wes'le tanışınca çalıştığı okuldan izin alıp Wes'le denizlere açılmaya karar veriyor. Basıp gidiyorlar kimseye bir şey demeden, beş kuruş paraları yok. Otostoplar, sokaklarda yatmalar derken denize açılacakları limana ulaşıyorlar.

Bill ile Wes'i yan yana görmek güzel. Wes bir ara ortadan kayboluyor, o esnada Bill yapayalnız kalıyor. Onun gemideki diğer tayfalarla ilişki kurmaya çalışması, bu esnada ne yapıyorum ben diye kendi beynini yemesi, bütün bunlar olurken Wes'in sadece yaşıyor olması, karısıyla karşılaşıp kodese düşmesi, hiçbir şey olmamış gibi gemiye son dakikada geri dönmesi falan müthiş güzel bir kurgu. İkisinin birbiriyle yarattığı kontrast, buna rağmen bir noktada benzeşmeleri falan bence muazzam. Kerouac sonradan bir başka mektubunda bu iki karakterde de kendisinden bir şeyler bulduğunu, ikisinin birlikte kendisinin şizoid kişiliğini yansıttığını falan söylemiş.

Bütün bunların yanında bu genç oğlanlarla denizlere açılmak muazzam! Kitabı inanılmaz keyif alarak okudum, okurken de sık sık Fethiye'yi ve denizcilik kursunu geçirdim aklımdan. Ay bu kadar deniz demişken Bülent Ortaçgil'e de bir selam çakmadan geçemeyeceğim. Yine bir önyargı, farkındayım ama daha çok seveceğim bir kitap da yazmamıştır herhalde herif, siz de sakın ola kaçırmayın ama çok ortalığa da düşürmeyin lütfen.

İkincisi Kum Kitabı. Öteki hakkında yazarken bahsetmiştim zaten, kitapçıda gördüm, ilk öyküyü bir çırpıda okuyuverdim, çarpıldım falan diye. O yüzden bu kitap konusunda galiba biraz heyecanlıydım.

Hep söylüyorum, öykü okuru değilim. Hem çok anlamıyorum öyküden, hem de çok sevmiyorum. O yüzden okuduğum öykü kitapları hep yalan oluyor gibi geliyor. Bu kitap da bir istisna değil.

Nasılsa yeniden okurum diye düşündüğümden öykülerle ilgili notlar almamışım. Ama Ayna ve Maske çok çok çok sevdiğim bir öykü oldu. Kongre, Hesse'nin Doğu Yolculuğu'nu anımsattı.

Kum Kitabı, kitap için gerçekten çok uygun bir isim zira kitaptaki öykülerin hiç birinin sonu yok. Asla bir yere varamıyorsunuz, en azından ben varamadım. Yazarın dili de hem öyle sakin, hem öyle güzel hem de öyle havada ki, evet, ayağınızın altından kayıp giden kum taneleri gibi. Benim tekrar okumam, sizin de es geçmemeniz gereken bir kitap.

Sonuncusu, Ben,Robot. Edebiyatta bilim kurgu dendiğinde elimden tutan en birinci blogger kesinlikle Settie. Sinemada bilim kurgudan ne kadar hoşlanmıyorsam (ki hiç hoşlanmıyorum) edebiyatta da o kadar seviyorum. Yine de çok içli dışlı olduğum bir tür değil. Asimov ile yine Settie sayesinde Sonsuzluğun Sonu ile tanışmıştım ve nefessiz okumuştum kitabı. Sonradan Mert'e de okuttum, o da bayıldı. Ben,Robot'u da aylar, belki de yıllar önce yine Settie'nin blogunda görmüştüm. Bazı temalar var, inanılmaz hoşlanıyorum. Hayalet teması mesela, ya da yolculuk, bilim kurgu diyeceksek daha ziyade zaman yolculuğu. Bunlara dair her metni okumak isterim galiba ama robotlar? No no nooooo! Hayır robotlara hiçbir zaman sempati beslemedim, yine de Settie'de görünce merak ettim kitabı. Fakat o zamanlar baskısı yoktu, tabii ben de asla peşine düşmedim. 2016'nın sonlarına doğru -yanılmıyorsam- Settie "Sakın ola kaçırma" diyerek İthaki'nin kitabı yeniden basacağını haber verdi. İthaki'nin bu bilim kurgu dizisi muazzam. Sadece kapaklarının güzelliği bile insanı okumaya teşvik ediyor zaten. Bir de aradan geçen seneler içerisinde Asimov ile tanışmış ve Sonsuzluğun Sonu'nu ağzım açık okumuş olunca çıkar çıkmaz aldım kitabı. Özellikle de 2017'ye bıraktım okumayı, 2016'nın sevimsiz kasvetinde yitip gitmesin istedim.

Benim nazarımda bu da bir öykü kitabı. Tabii ki gelecekte geçiyor ve birbirinden güzel robot öyküleri anlatıyor. Kitap bir robopsikolog olan Susan Calvin ile yapılan bir röportaj ile başlıyor. Calvin bize ilkel robotlardan modern robotlara dek üretilen çeşitli robotları, bunlarla ilgili yaşanan problemleri anlatıyor. Mesela bir gün yanlışlıkla filozof robot üretiyorlar, robot kesinlikle insan üretimi olduğuna inanmıyor. Bir belediye başkanının bahsi geçiyor, robot mu insan mı asla emin olunamıyor ama aslında biz onun mükemmel tasarlanmış bir robot olduğunu biliyoruz. Üç temel robot yasası tanımlıyor Asimov ve bu üç yasanın handikaplarının insanları ve robotları düşürdüğü saçma, komik durumlara da tanık olma fırsatı buluyoruz. Kitaptaki robotların asla insanlara karşı ayaklanmaması, dünyayı ele geçirmeye çalışmaması falan müthiş güzel bence çünkü ben bir gün bunun olabileceğine inanıyorum ve böyle şeyler okuyunca geriliyorum. Öykülerden teker teker bahsetmeye çok üşeniyorum ama müthiş eğlenerek ve hatta kıkırdayarak okudum kitabı. Asimooov Asimooov Asimooov, Doğa'nın da dediği gibi, senin bir sürü ama bir sürü kitabını gözüme kestirdim bile! Bilim kurgu seviyorsanız, bunu da kaçırmayın bence.

Şimdi ya Six Feet Under izleyeceğim ya da Murakami ile cebelleşmeye devam edeceğim. Bu arada, Kader bulunmuş, bir gazete haberine göre haber alınamayan süre boyunca bir karakolda gözaltındaymış, uyuşturucu kuryesiymiş galiba. Gülsem mi ağlasam mı bilemiyorum ahahah. Karakolda göz altında olmasını yine de sağda solda tecavüze uğramış ve ölü bulunmasından daha rahatlatıcı buluyorum.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder