Pazartesi, Ocak 25, 2016

Sana Gül Bahçesi Vadetmedim ~ Joanne Greenberg


"Kimi açılardan, gerçeklik bir Yr krallığı kadar kişisel bir olguydu. Anlamsal boyut, yaşamı bu boyutun küçültülmesine ya da yok edilmesine bağlı olan kişilere hiçbir zaman açık seçik bir biçimde gösterilemezdi."

Deliliğe özenmek, bir dönem yakın çevremde sık karşılaştığım bir düşünüş biçimiydi, hatırlıyorum. Hepimiz, bilincimizde açılacak gediklerin çok dehşet verici, çok rahat, çok havalı olacağını sanıyorduk. Bir keresinde, ara sıra internetten konuştuğum bir çocuğun bipolar teşhisi aldığını söylemiştim Esin'e. "Ne düşünüyorsun?" demişti Esin. "Hoşlandın mı bundan? Ya da böyle bir şey ister miydin?" İstemeyeceğimi söylemiştim. "Hoşlanmadım ve istemezdim. Zaten hayli aptal bir çocuktu, hayatının kolaylaşacağını hiç sanmıyorum." 

Benim bu "deli hayranlığım" psikiyatra gidene dek sürdü. Kendinizi bir masanın karşısında bir koltukta ifade etmeye çalışırken -ki genelde bu anlarda sessizlikle karşılaşıyorsunuz, en azından bana hep öyle oldu, ve kendinize ve tepkisizliğe karşı savaşarak derdinizi anlatmaya çalışıyorsunuz- kıvranmanın hiç de keyif verici olmadığını anladım. Zihnimle ilgili küçük veya büyük her türlü aksaklık beni tedirgin etmeye başladı sonra. Neler yaşadım az çok biliyorsunuz, çok sınırlı anlarda gerçekliği ayırt edememeler, barlarda soyunmaya kalkışmalar ve "acaba şimdi yerimden kalksam pencereden atlar mıyım" endişesiyle yerimden kalkamamalar falan. Bütün bunların sonucunda "deli"ye, o da her kim ise artık, acımamayı da imrenmemeyi de öğrendim. Evet acımamayı da. Bunları anlatıyorum çünkü, deliliğe öykünmenin sefilliği gerçekten cinlerimi tepeme çıkarıyor ve etrafımda böyle şeyler duymaya kesinlikle tahammül edemiyorum artık. 

Joanne Greenberg için edebi anlamda en önemli kitaplarından biri olduğu söyleniyor bu kitabın. Yazar kendisi de şizofreni teşhisiyle bir süre akıl hastanesinde yatmış ve deneyimlerinden ve anılarından yola çıkarak yazmış kitabı.  Edebiyat eleştirmenlerince kurgusu zayıf bulunduğu için roman olarak çok kabul görmemiş ama güçlü bir anlatı olduğu konusunda herkes birleşmiş. Türkiye'de çok fazla bilinmediği söyleniyor önsözde ama ben lise yıllarımdan beri biliyordum kitabı, ama bir türlü okuyamamıştım. İyi ki de o zaman okumamışım ve iyi ki de şimdi okumuşum.

Deborah 16 yaşında bileklerini kesince, bir şeylerin feci halde ters gittiği anlaşılıyor ve kliniğe yatırılıyor, akıl hastanesine ya da, ne derseniz. Çocukluğundan bu yana içinde büyüttüğü hastalık, şizorfreni, sonunda karşı koyamayacağı bir şekilde patlak veriyor. Bu uyumsuz kız, kendisini bir anda bir tedavi süreci içinde buluyor. 

Çocukluktan bu yana yaşadığı hayal kırıklıkları, bozuk algısının de körüklemesiyle gördüğü siyah beyaz dünya, ailesinin kendisi ile ilgili yaklaşımında yaptıkları küçük hatalar, dönemin bir getirisi olarak (II. Dünya Savaşı döneminden bahsediyorum) bir Yahudi olarak yaşamın biraz daha zor ve çaba gerektirir oluşu, Deborah'ı gerçek dünyadan kaçıp daha güvenli yeni bir dünya yaratmaya itiyor. Başta bu dünya onun için bir sığınak olsa da daha sonra egemenlik bu dünyanın (ki kendisi Yr diyor oraya) ve bu dünyanın tanrılarının eline geçiyor. Yr'deki yaşamı gerçek dünyaya yansıtmamak, Yr dilini gerçek dünyada kullanmamak iki dünyanın da sarsılmazlığı için önemli. Bu yüzden küçük hatalar büyük cezalarla sonuçlanıyor. 

Sanırım böyle bir durumda tedavi süreci en zoru. Özellikle yaratılan ikinci gerçekliğin gerçek olmayışıyla yüzleşmek, bu dünyanın sarsılıp parçalanmaya başlayışı, bunun karşısında duyulan akıl almaz korku, yaratılan tanrıların varlıklarını sürdürmek adına saçtıkları öfke ve terör ve bunların hepsi çok ağır, çok korkunç şeyler. Hepsini birinci ağızdan dinleme fırsatı buluyoruz ve bütün bunları bu açıklıkla paylaşmaya cesaret gösterebildiği için yazara minnet ve saygı duyuyorum. 

Başından sonuna kasvetli ve ölü bir ortamda geçiyor okuduklarımız. Ne olursa olsun insanlar arasında geçiyor ama, kimlikler parçalanmış, algılar bozulmuş, gerçeklik duyusu mahvolmuş da olsa hisler hep var, sevgi hep var. Sınırlı da olsa bir sevgi ve paylaşım hep var.  Bunca kasvetli bir öykü bunca kasvetli bir ortam olmasına rağmen -en azından benim için- çok umut vadedici bir kitaptı bu. Galiba uzun süredir ilk kez kalan sayfaları gözleyerek değil, okuduğum sayfalardan keyif alarak bir kitap okudum. 

Kolay değil, hiç kolay değil. Düzelmeler ve dış dünyayla karşılaşınca yaşanan çöküşler ve geri dönüşler, hayal kırıklıkları ama pes etme gibi bir lüksün olmayışı. Bir yandan da bu kadar şiddetli olmasa da yaşamın içinde, biz de sürekli ama sürekli yaşamıyor muyuz bunları? Bu yüzden hastabakıcılardan biri "Acı çekmek sizin tekelinizde değil!" derken öyle haklıydı ki. Ne yazık ki acı çekmekte olan herkes bunu bir an için unutuyor ve en kötü ve en katlanılmaz acı kendisininki sanıyor galiba. 

Çok zorlu bir yolculukta eşlik ediyoruz Deborah'a. Ama yine de cümleler akıp gidiyor, kitap kavrayıveriyor sizi. Yoğun bir kasvet duymadan okuyorsunuz. 

Son zamanlarda okuduğum en iyi kitaplardan biriydi. O yüzden de, paylaşmaya gönlüm çok elvermedi. Ama iki satır da olsa bir şeyler yazmak zorundaydım. Özellikle bu konulara ilginiz varsa, keyifle okuyacağınıza ve kaçırmamanız gerektiğine inandığım bir roman. 

2 yorum:

  1. Bence bu kitap sadece akıl hastaları için değil, akıl hastası olmayıp da gerçekliğe yabancılık çeken, adapte olamayan herkesin sevebileceği bir kitap.

    YanıtlaSil